RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ | İSRÂ' SÛRESİ

 

İSRA SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 111 âyettir.

1

Geceleyin kulunu... Gecenin bir kısmında...Nekre olan bu kelime, yürüyüş süresinin azlığını gösterir. Meşhur görüşe göre bu gece, Recep ayının yirmi yedinci günü olan Pazartesi gecesidir. Yaygın olan bu görüşe dayanarak insanlar Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Pazartesi günü doğduğunu, bu günde peygamberlikle görevlendirildiğini, İsrâ olayının bu gece gerçekleştiğini, Mekke'den bu günde çıktığını, Medine'ye bu günde girdiğini ve yine bu günde vefat ettiğini söylemişlerdir.

Âyette ”kulunu" dendi, ”peygamberini" denilmedi. Bunun sebebi Hazret-i İsa'da olduğu gibi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulûhiyyet isnad edilmemesi içindir. Çünkü Peygamber Miraç hadisesinde dünya âleminden sıyrılarak cismi ile mele-i a'lâya yükselmiştir. Bu ise beşerî âdete zıttır. Ayrıca bunda kulluk makamının şerefine işaret vardır. Hatta Fahrettin er-Râzî tefsirinde demiştir ki: ”Ubûdiyyet risaletten daha faziletlidir. Çünkü ubûcliyyette halktan Hakk'a yönelinir, risalette ise Hakk'tan halka yönelinir. Ayrıca ubûdiyyette kulun, işini mevlâsına bırakması vardır. İşlerini mevlâsı yapar. Risalette ise ümmetin işlerini tekeffül etme, onlarla ilgilenme vardır. İkisi arasındaki durum ne kadar farklı."

Miraç hadisesi hem ruh, hem de bedenle olmuştur. Bunun delili âyetteki ”kulunu... götürdü" ifadesidir. Çünkü ”abd/kul" ruh ve bedene birden denir. Yine bir hayvan cinsi olan ”Burak" da cesedi taşır. Bir başka delil; Miraç hadisesi uyku halinde ruh ile olsaydı o zaman müşrikler bunu inkâr etmezlerdi. Çünkü uyku halinde benzerî durum herkeste görülür.

Ayetlerimizden bir kısmını göstermek için... İsrâ mucizesinin amacı, hiç kimsenin müşerref olmadığı şekilde peygamberlerin efendisi ve sonuncusu Hazret-i Muhammed'e, ilâhî zatına mahsus âyetleri göstermektir. Nitekim, ”işte böylece Biz İbrahim'e yerin ve göklerin melekûtunu (hükümranlığını) gösteriyorduk." (En'am: 75) âyet-i kerimesinde buyurduğu gibi dostu İbrahim (aleyhisselâm)'e hükümranlığını; sevgili elçisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise, ”Yemin olsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü." (Necm: 18) buyurarak Rubûbiyyetinin büyük âyetlerini gösterdiğini bildirmiştir.

Müfessirlere göre Peygamberimize gösterilen bu âyetler şunlardır: Bir aylık mesafedeki Mescid-i Aksâ'ya gecenin az bir kısmında gitmesi, Beytü'l-Makdis'i görmesi, enbiya ruhlarının temessül ederek kendisine görünmesi, onların yüce makamlarına vakıf olması ve Levh-i Mahfuz'daki kalemlerin cızırtısını duyması. Refrefi ve Sidre-i Müntehâ'yı kaplayan ilâhî nurları görmesi gibi delillerdir.

Mescid-i Haram'dan... En güvenilir rivayetlere göre İsrâ. Ebu Talih'in kızı Ümmühânî'nin Harem içindeki evinden başlamıştır. Harem'in tamamı ise Mescid'dir.

Çevresini din ve dünya bereketleriyle

mübarek kıldığımız... Çünkü burası, vahyin ve meleklerin indiği, Hazret-i Mûsa'dan beri peygamberlerin ibadet yaptıkları bir yerdir. Ayrıca nehirler ve mey vali ağaçlarla donatılmıştır. Şam, Ürdün ve Filistin de onun çevresindeki şehirlerdendir.

Mescid-i Aksâ'ya, yani, Beytu’l-Makdis'e. Bu mescidin ”uzak" anlamında olan ”Aksa" diye adlandırılması, o gün için onun ötesinde başka bir mescid'in olmamasından, yani, bu mescidin Mekke'deki mescide en uzak mescid olmasındandır. Bu iki mescid arasında, bir aylık mesafeden daha uzun bir mesafe vardır. İşte bu Mescid-i Aksâ'ya

götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Burada ”münezzeh" diye terceme ettiğimiz ”sübhan" kelimesi ”tesbih" anlamındadır. Buna göre manası: ”Allah'ı, yaratılmış olan şeylerin sıfatlarından tenzih ederim," tarzında olur. Aynı zamanda ” Sübhan" kelimesi, hayret ifade eder. Bu, yüce Allah'la, Rasûlü arasında cereyan eden, insanı hayrette bırakan ve şaşkınlık uyandıran olaya işaret etmektedir.

O, gerçekten elçisinin sözlerini

işitendir ve fiillerini

görendir. Burada Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İsrâ mucizesine maznar kılınması O'nun izzet ve değerini arttırmak ve makamını yükseltmek içindir, yoksa Cenab-ı Hak sevgili elçisinin sözlerini ve davranışlarını kendisine yaklaştırmadan da ihatalı bir şekilde bilir.

Miraç mucizesi esnasında Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dinî vecibeleri ihmal ve terk eden bazı kimselerin durumları gösterildi: Başları taşlarla vurularak ezilen, eski halini aldıkça da tekrar ezilmek suretiyle azap edilmekte olan toplulukların yanından geçti ve: ”Bunlar kimdir ey Cebrail!" diye sordu. Cebrail (aleyhisselâm): ”Bunlar kendilerine farz kılınan namazları ifa etmekte tembellik edenlerdir, ” cevabını verdi.

Zekâtı vermeyenlerin durumu da, ön ve arkalarında suçlarını bildiren yaftalar asılı bulunan, koyunların ot yedikleri gibi yayılan ve zehirli kurumuş diken ve zakkum ile cehennemin kızdırılmış taşlarını yiyen kimseler şeklinde gösterildi. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail'e: ”Bunlar kim, Ey Cebrail?" diye sordu. Cebrail: ”Bunlar, mallarının farz kılınan zekâtlarını vermeyenlerdir." dedi.

Zina edenlerin durumu da, önlerinde etlerin en güzelinden nefis bir şekilde pişirilmiş, tertemiz tencerelerin içinde, leziz etler konmuş; yanına da çok pis kaplara çiğ ve kokmuş etler konmuş; temiz ve leziz etler dururken pis tencerelerdeki kokmuş etleri yiyen kalabalığın yanından geçerken, bunların kim olduklarını Cebrail (aleyhisselâm)'e sordu, Cebrail (aleyhisselâm): ”Bunların her biri senin ümmetinden iken yanı başında nikâhlı hanımı bulunduğu halde onu bırakarak namus ve iffetten mahrum kadınla zina etmiş, o pis kadının yanında sabahlamış; hu topluluktaki kadınlardan her biri de, yanıbaşındaki nikâhlı namuslu ve iffetli eşi dururken onu bırakmış, namus ve iffetten mahrum yabancı erkeğin yanına giderek onunla sabahlamış olan kadınlardır, ”dedi.

Faiz yiyenlerin durumları da, kan halinde akmakta olan bir nehir içinde yüzen ve cehennem taşlarını yutmakta olan bir kişi olarak gösterildi. Cebrail'e bunun kim olduğunu sordu. Cebrail de bunun faiz yiyen olduğunu söyledi.

Vaaz ettiği halde kendi vaazından yararlanamayanın hali de, demir makaslarla dudakları kırpılan, kırpıldıkça da eski durumuna dönen, dudakları tekrar kırpılmak suretiyle azap edilen kimseler olarak gösterildi. Hazret-i PeygamberCebrail'e bunların kim olduğunu sordu, o da bunların ümmetinden, yapmadıklarını söyleyen ve söylediklerini yapmayan, fitneyi körükleyen hatipler olduklarını söyledi.

Bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayıp yırtan bir topluluğa uğradı. ”Bunlar kim, ey Cibril," dedi. Cebrail de: ”Onlar, başkalarının ırz ve namuslarına sataşan ve gıybet edenlerdir. ” dedi.

İri bir öküzün bir inden çıkarak tekrar dönmek istediğini, ama dönemediğini görünce: ”Yâ Cibril! Bu durum nedir?" diye sordu. Cebrail (aleyhisselâm): ”Ümmetinden müstehcen konuşanların söylemiş oldukları kötü sözden mahcup olup kurtulmak istediği halde kurtulamayan kişilerin durumudur" cevabını verdi.

Cennet ile cehennemin durumları ise şöyle gösterildi: Suyu soğuk ve misk gibi kokan bir dereye geldiğinde güzel bir ses işitti ve Cebrail (aleyhisselâm)'e bu sesin ne olduğunu sordu. Cebrail: ”Bu ses cennetin sesi. 'Ey Rabbim! Bana vermeyi vaad ettiğini ihsan et' diyor", dedi. Başka bir dereye geldiğinde çirkin bir ses işitti ve çirkin bir koku duydu: ”Ey Cebrail! Bu ses nedir? ” diye sorunca, ”Bu ses de cehennemin sesi. 'Ey Rabbim! Bana va'd ettiğini ver' diyor, ” cevabını aldı.

Yolundan saparak kenara çekilmiş birinin: ”Ey Muhammed! Buraya gel." dediğini işitti, Cibril: ”Yürü Ey Muhammed!" dedi ise de, Peygamberimizin, ”bu kim ey Cibril?" diye sorması üzerine, ”Allahın düşmanı İblistir, kendisine meyi etmeni ister," cevabını aldı.

Rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid-i Harama dönünce

Miraç mucizesi konusunda müşriklerin kendisini yalanlayacaklarını, bildiğinden mahzun ve mükedder olarak oturdu, o esnada Allah düşmanı Ebu Cehil yanına geldi, alaylı bir ifade ile: ”Yine bir şey var mı?" diye sordu. Peygamber Efendimiz:

"Allah beni geceleyin seyr ettirdi," buyurdu. Ebu Cehil: ”Nereye? dedi. ”Beytü'l-Makdis'e" buyurdu.

Ebu Cehil. ”Sonra da aramızda sabahladın öyle mi?" diye sordu.

Peygamberimiz, ”Evet" cevabını verdi.

Ebu Cehil: ”Ben kavmini çağırsam, toplandıklarında bana söylediklerini onlara da anlatır mısın?" deyince.

Efendimiz: ”Evet" diye buyurdular.

Ebu Cehil hemen ”Ey Lüey oğlu Kâ'b topluluğu!" diye olanca sesiyle bağırmaya başladı. Hemen şurada, burada kümelenmiş olan insanlar, bulundukları meclislerden ayrılarak Peygamberimiz ile Ebu Cehil'in yanına gelip oturdular.

Ebu Cehil: ”Bana anlattıklarını bunlara da anlat," dedi.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben gece Beytü'l-Makdis'e seyr ettirildim," buyurdu. Bunu duyan Kureyş oğulları, feryadı basarak bağırışmaya başladılar, kimi el çırpıyor, kimi ellerini başlarının üzerine koyuyor; hayretle, ”Hiç böyle bir şey olur mu imiş?" diye inkâr ediyorlardı. ”Biz Beytü'l-Makdis'e kadar develerimizin ciğerlerine vura vura ancak bir ayda gidiyor ve bir ayda gelebiliyoruz, sen ise bir gecede mi gittiğini iddia ediyorsun?" dediler.

Bunun üzerine daha önce iman etmiş olan bazı kişiler irtidad ettiler.

Bir kısmı da Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e koştular ve onun fikrini sordular. Ebû Bekir: ”Bunu o, demiş ise doğrudur." dedi.

Onlar: ” Sen bu durumda da onu tasdik mi ediyorsun hâlâ?" dediler. Ebû Bekir (radıyallahü anh): ”Evet ben, onu bundan daha garip hususlarda da tasdik ederim. Semadan getirdiği haberinde de onu tasdik ediyor, doğru söylediğine inanıyorum," dedi. Onların aralannda Beytü'l-Makdis'i bilenler vardı ve yine biliyorlardı ki. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onu hiç gönnemiş, oraya hiç gitmemişti. Akıllarınca yalanını ortaya çıkarmak maksadıyla: ”Ey Muhammed! Bize Beytü'l-Makdis'i anlat, kaç tane penceresi var?" dediler.

Hazret-i Peygamber: ”Onların bu soruları karşısında o kadar zor durumda kaldım ki, hiç bir zaman bu kadar zor durumda kalmamıştım. Zira tesbit etmediğim bazı şeyler hakkında sormuşlardı. Ben ise Beytü'l-Makdis'e, gece girmiş ve çıkmıştım. Bunun üzerine ben, Hicr mevkiinde durdum, Allah, Mescid-i Aksa ile aramdaki uzaklık engelini kaldırdı da ona bakarak ne sordularsa cevap verdim," buyurdu.'

2

Biz Mûsa'ya Kitab'ı yanî Tevrat'ı bütün olarak

verdik ve İsrâiloğullarına: Ya’kûb (aleyhisselâm) un çocuklarına:

'Benden başkasını vekil tutmayın' diye bu kitabı, içinde bulunan mesaj ve hükümlerle Hakkı ve doğruyu bulmaları için

bir kılavuz yaptık.

3

Ey Nuh ile birlikte gemide

taşıdığımız kimselerin çocukları!

Bu hitapla amaçlanan şey: Nuh'un gemisinde bulunan atalarını boğulmaktan kurtarmak suretiyle, Allah'ın onlara olan nimeti hatırlatılarak tevhid çağrısının pekiştirilmesidir.

Kevâşî’de şöyle deniliyor: ”Bütün insanlar Allah'a minnet borçludurlar. Çünkü, onların hepsi gemiye binerek boğulmaktan kurtulanların neslindendir." Böylece mana: ”Onlar mü’minlerdi. Öyleyse siz de onlar gibi olun ve atalarınızın izinden gidin," tarzında oluyor.

Doğrusu o, Nuh (aleyhisselâm), her türlü durumda

çok şükreden bir kuldu. Burada Nuh (aleyhisselâm) un beraberinde bulunanların onun şükrünün bereketiyle kurtuldukları bildirilmekte, nesillerinin ona uymaları istenmekte ve nankörlüğün en büyüğü olan şirkten uzak durmaları amaçlanmaktadır.

4

Biz Kitap'ta, Tevrat'ta

İsrâiloğullarına şu hükmü verdik:

Onlara açık ve kesin bir şekilde şöyle bildirdik ve vahy ettik:

'Siz yeryüzünde Şam ve Beytü'i-Makdis topraklarında

iki kere yani, üst üste

fesat çıkaracaksınız. Bunlardan birincisi Tevrat'ın hükmüne muhalefet edip Şi'ya'yı öldürmek ve Allah'ın gazabına karşı kendilerini uyardığında Ermiya'yı haps etmek, ikincisi de Zekeriyya ve Yahya (aleyhisselâm)'yı öldürüp Hazret-i İsa'nın öldürülmesine de teşebbüs etmekti.

Ve aşırı derecede böbürleneceksiniz Yüce Allah'a itaat etme konusunda kibirlenecek, şeriatına karşı cür'etleneceksiniz.

5

Bunlardan ilkinin zamanı gelince yani birinci fesadınızın va'd edilen azabını çekme zamanı gelince, işlemiş olduğunuz suçlardan dolayı sizi cezalandırmak için,

üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik.

"lbad", yani kullar kelimesi çoğunlukla ”Allah'a" izafe edilerek ”ibadullah" (Allah'ın kulları), insanlara izafe edilince de ”abîdü'n-nas" (insanların köleleri) şeklinde kullanılır. Burada ”İbad", kullar kelimesinin Lafza-i Celal'e izafe edilmesinin sebebi, Esma-i Hüsnâdan ”el-Müzill", ”el-Müntekım", ”el-Kahhâr" gibi ilâhî isimlerine mazhar olduklarındandır. Azamet ifade eder, şeref ve üstünlük ifade etmez. Zira gönderildiği bildirilen kullar, mü'min olmadıkları için şerefe lâyık değillerdir. ”Güçlü", savaşta şiddetli ve çetindirler, Bunlar Babil mecusîlerinden Buht-u Nassar'dır.

Bunlar evlerin arasında dolaşarak fesadınızdan dolayı

(sizi) aradılar. Onları öldürmek, esir etmek ve mallarını yağmalamak için evlerin aralarında ve ortalarında yürüyerek aradılar da onların bilginlerini ve büyüklerini öldürdüler, Tevrat'ı yaktılar, Mescid'i yıktılar ve onlardan yetmiş bin kişiyi esir ettiler. Bir kısım zalimlerin diğer bir kısmına musallat edilmesi, onları birbirinin eliyle cezalandırılması, dünyada ilahî âdettendir, bir sünnet-i ilâhîdir.

Bu, yapılması gereken bir vaad idi.

6

Sonra tekrar size, onları yenme imkânı verdik. Yüz yıl sonra kibirlenmekten ve fesat çıkarmaktan vaz geçtiğinizde, size yaptıklarını yapanlara karşı devletinizi iade ettik ve galibiyet verdik. Onlar size karşı zafer kazandıktan sonra, sizi onlara karşı muzaffer kıldık.

Ve sizi servet ve oğullarla destekledik. Yani, mallarınız yağmalandıktan ve çocuklarınızın esaretinden sonra tekrar size çok mal ve oğullar verdik.

Savaşçılarınızı düşmanınızın sayısından veya önce bulunduğunuz adetten

çoğalttık.

7

Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük edersiniz yine kendinize etmiş olursunuz. Yani, amellerin iyisi de, kötüsü de size aittir. Onların sevap ve vebali sizden başkasına dokunmaz.

(Çıkardığınız) son bozgunculuğun (cezalandırılma) zamanı gelince, yani, çıkarmış olduğunuz ikinci fesadın vaad edilen azap zamanı geldiğinde

yüzünüzü kara etsinler, üzüntünün ve kötülüğün izlerini yüzlerinizde göstersinler diye onları gönderdik. Üzüntü insanın ilk önce yüzünde belirdiği için burada ”yüzleri" denilmiş ise de yüzlerin sahipleri kastedilmiştir.

Daha önce girdikleri ve tahrip ettikleri

gibi yine Mescide, Mescid-i Aksâ'ya

girsinler harap etsinler

ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler, diye düşmanlarınızı yine başınıza musallat ettik. Tavsifi imkânsız bu feci tahribi yapan düşman, Rum olan Tartus ve ordusudur.

8

Belki,

Rabbiniz size merhamet eder. İkinci kezden sonra başka bir tövbe eder ve günahlarınızdan kaçınırsanız Allah size merhamet eder. Onlar, bunun üzerine tövbe ettiler, Rab'leri de onlara merhamet etti.

Fakat siz eğer yine üçüncü kez günaha

dönerseniz. Bazı müfessirler. ”ikinci kez dönerseniz" tarzında tefsir etmişlerdir. Çünkü, birinci fesat bir başlangıçtır, bu durumda dönüş iki kezdir.

Biz de sizi yine cezalandırırız. Gerçekten onlar, yine doğru yoldan dönerek isyana başladılar. Allah da onların üzerlerine Kisraları (eski İran hükümdarlarını) musallat ederek azabını tekrarladı. Kisralar da onlara altından kalkamıyacakları ağır vergiler yüklediler. Yahut Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamak ve öldürmeye teşebbüs etmek suretiyle isyana döndüler. Allah da onu üzerlerine gönderdi. O da Kureyza kabilesinden bir kısmını öldürttü ve Nadir oğullarını yerlerinden kovdu, diğerlerini de cizye vermek zorunda bıraktı. Onlar da rezil ve rüsvay olup elleriyle cizye verdiler. İsyandan vaz geçmedikçe de kıyamete kadar mü’minlerin eliyle azab edileceklerdir.

Biz, cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.' İçinden ebediyyen çıkmaya güçleri yetmeyecek, mahsur kalacakları bir karargâh yaptık. Hasan-ı Basrî, buradaki ”hasîr" bilinen hasır manasına olduğunu söylemiştir. Cehennem'e ”hasır" denmesinin sebebi, katları birbirlerini üst üste kuşatıp sardığı içindir.

9

Ey Rasûlüm Muhammed!

Şüphesiz ki, sana verdiğimiz

bu Kur'an, en doğru yola iletir. İnsanlardan yalnız özel bir topluluğu değil, tamamını hidayete iletir. ”En doğru yol"dan amaç, tevhid dini ve İslâmdır. İçinde bulunan şeriatler ve hükümlerle,

iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için, bu güzel amelleri karşılığında

büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. Buradaki ”büyüklük ”, gerek ecrin bizzat kendi, gerekse on veya daha çok katlanmak suretiyle verilen mükâfatın büyüklüğüdür. Burada ayrıca cennet ve içindeki nimetlere göre dünya ve içindekilerin küçümsendiği bildirilmektedir.

10

Ahirete ve öldükten sonra dirilmek, hesap ve ceza gibi içinde açıklanmış olan hükümlerine

inanmayanlara gelince, onlar için elemli bir azap hazırlamışızdır. O da cehennem azabıdır.

İyi bil ki, Kur'an-ı Kerim, Allah (celle celalühü)'ın el-Hâdî ismine mazhar olmuş susan kitabıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, konuşan kitabıdır. Kılavuzluk ve irşad, yalnız o kitabın içindeki ile amel edenlere fayda verir. O kitap, din ve dünya ile ilgili açıklamadığı hiç bir şey bırakmamıştır. Onda her şey ya mücmel olarak ya da etraflıca açıklanmıştır.

İbni Mesud (radıyallahü anh): ”İlim öğrenmek istediğinizde onu Kur'an'da aramayı ve ondan öğrenmeyi tercih ediniz, zira öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi ondadır," demiştir.

Hikâye olunduğuna göre, ariflerden biri: ”Hamurdan bir kıl çıktığı gibi müminin cesedinden de ruhu öylece sıyrılıp çıkar" hadisinin manasının Kur'an'da bulunup bulunmadığını araştırmış ve Kur'an'ı sonuna kadar dikkatle okuyup hatmetmiş, bulamayınca Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'i rüyasında görerek: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Allahü teâlâ  ”Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık kitaptadır. ” (En'am: 59) buyurmuş olduğu halde bu hadisin manasını bulamadım" demesi üzerine, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Onu Yûsuf Sûresinde ara." buyurmuş. Arif uyanınca, ”...Kadınlar onu görünce (gözlerinde) büyüttüler, (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve dediler ki; Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bu asla bir beşer değildir. Bu ancak değerli bir melektir," (Yûsuf: 31) âyet-i kerimesi olduğunu anladı. Yani, kadınlar Yûsuf (aleyhisselâm)'un güzelliğini görünce, temaşasıyla meşgul olduklarından bıçak acısını duymadılar. İşte mü'min kişi de böyledir, son nefesinde rahmet meleklerini, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nimetleri, huri ve köşkleri görünce kalbi onlarla meşgul olur ve ölümün acısını duymaz.

Bundan anlaşılıyor ki, Kur'an okuyan tam bir dikkat ve tefekkürle okumalı ki, amacının tamamına ulaşabilsin.

Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'an'ın üç geceden daha az bir zamanda hatim edilmesini men etmiş ve ”Kur'an'ı Kerim'i üç geceden daha kısa bir zamanda hatmeden kimse onu anlayamaz" buyurmuştur. Yani, Kur'an'ı bir veya iki gecede hatmederek okuyan bir insan çok acele ile okuyacağı için dikkatlice tefekkür ederek Kur'an'ın manasını anlayamaz. Gönül huzuru içinde ve zevkle manasını düşünerek anlayabilmesi için üç veya daha fazla gecede hatim etmeyi plânlamalıdır. Bu sebeple bir kısım âlimler, Kur'an'ın manalarını düşünmeleri ölçüsünde kimi her cuma, kimi ayda bir, kimi de yılda bir hatim etmeyi tercih etmiştir.

Müstecab olduğu için Kur'an'ın hatim duası esnasında yapılan duada bulunmayı ganimet bilmelidir.

İmam Şatıbî, Kur'an'ı hatmetdiğinde şu duayı yapardı: ”Allah'ım! Biz senin kullarınız, senin kulların olan erkek ve kadınların çocuklarıyız, hakkımızda hükmün geçerlidir. Senin hükmün hakkımızda adalettir. Kendi Zat-ı ulûhiyetini isimlendirdiğin veya halkından birine öğrettiğin yahut kitabında indirdiğin veya kendi nezdinde gayb ilminde kendine tahsis buyurduğun, sana ait olan her ism-i cehlinle dilerim ki, Kur'an'ı kalblerimizin baharı, göğüslerimizin şifası, hüzün ve kederlerimizin giderilmesine vesile, bizi kendilerine in'am ve ihsan ettiğin Nebiler, sıddikler, şehitler ve sâlihlerle birlikte rızana, selâmet ve seadet yurdu olan cennet ve nimetlerine ileten rehber eyle. Ey merhametlilerin en merhametlisi!"

"Kınye"de belirtildiğine göre, ”Kur'an hatminde toplu halde ve cehren ihlâs okumakta bir beis ve sakınca yoktur, ancak bir kişinin okuyup diğerlerinin dinlemesi evlâdır."

11

İnsan Buradaki ”İnsan" dan insan cinsi kast edilmiştir.

Hayra duâ ettiği gibi şerre de duâ eder. iyilikleri, rızıkl arının bol olması, rahmet ve afiyetleri için duâ ettiği gibi, kızdığı zaman kendisi, ehli, evlâdı, hizmetçileri ve malının helakine ve kötülüğüne de duâ eder. İyiliği için yaptığı duası da makbul olabilir. Şayet iyiliğine olan duası gibi kötülüğüne duâ ettiğinde makbul ve müstecab olsa onun için bir felâket olur. Yahut, âyetin manası, iyiliğine olduğunu zannettiği bir şey için duâ eder, oysa aslında o serdir. Öyle ise insanın, nefsinin istediği şeyi değil, Allah katında hayır olan şeyi istemesi gerekir.

İnsan yaratılış gereği

pek acelecidir. Akibetini düşünmeden aklına gelen şeyi elde etmeye koşar, aklına ilk gelen duygunun yerini mantık alıncaya kadar sabredemez.

İyi bil ki, duâ ya hakikat diliyledir veya şerre götüren bir kötülük itibariyledir. İnsan gerek söz, gerek davranışı itibariyle pek acelecidir, azap ve şerri gerektiren amellere devam eder.

Şu altı yerin dışında acelenin şeytan işi olduğu söylenmiştir:

1- Vakit girdiğinde hemen namaz kılmak,

2- Cenazeyi hazırlanır hazırlanmaz defnetmek,

3- Evlenme çağına gelen kız çocuğunu evlendimıek,

4- Borcun zamanı gelince hemen ödemek,

5- Misafir gelince hemen karnını doyurmak,

6- Bir günah işlendiğinde hemen tevbe etmektir.

Burada insanın aceleciliği anlatıldıktan sonra hidayet rehberi olan Kur'an'ı Kerimin haber verdiği kâinat ve evren ile ilgili bazı hidayet çeşitlerini izaha başlamıştır:

12

Biz geceyi ve gündüzü iki âyet kıldık. Kadir olan bir yaratıcının varlığını ve birliğini, birbirini takip etmesinden ve uzayıp kısalmasından dolayı gösteren iki âyet olarak kıldık. Zira her değişenin bir değiştireni vardır. Bu âyette, gece, gündüzden önce gelmektedir. Sebebi ise, ayların başladığını gösteren hilâlin gece görülmesidir.

Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, gündüzün aydınlığında kendiniz için rızık ve Rabbinizin lütfunu istemeniz, -kullarına rızık vermek Cenab-ı Hak üzerine vacip olmadığı. Rububiyet sıfatının bir eseri olduğundan, âyette rızık ve nimet kelimesi ”fadl" kelimesi ile ifade edilmiştir.-

ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gece ve gündüzün yenilenerek değişmesiyle, dünya ve ahirete ait işlerinizi düzenli ve zamanında yapabilmeniz için yılların, ayların, gece ve gündüzlerin hesabını bilmeniz gerekir. Gece ve gündüz bu tarzda yaratılmamış olsaydı, vakitlerin hesabını kimse bilemez, bir çok iş atalete, durgunluğa uğrardı. Yıl aylardan, ay da sayılı günlerden, gün de sayılı saatlerden oluşur.

Âyet-i kerimedeki ”sinin" kelimesi ”sene" kelimesinin çoğuludur. Sene, güneş yılı ve kamerî yıl olmak üzere ikiye ayrılır. Güneş yılı, güneşin burçtan ayrıldığı noktaya tekrar kavuşmasıyle olur. Bu da üçyüz altmış beş tam gün ve bir günün dörtte birine eşittir. Kamerî yıl (ay yılı), on iki kamerî aydan oluşur. Üçyüz elli dört tam gün ve bir günün üçte birinden ibarettir.

Gecenin âyetini sildik yerine, eşyayı aydınlatan

gündüzün âyetini yani gündüz demek olan âyeti, eşyanın görüneceği şekilde

aydınlatıcı yaptık. Gece ve gündüz kelimelerinin isim tamlamaları, ”İzafet-i hakîkiye" olarak kabul edilirse, gece ve gündüz âyetlerinden maksat Ay ve Güneş olduğu ortaya çıkar.

Biz her şeyi, dünya ve âhirette ihtiyacınız olan her şeyi

geniş olarak açıkladık. Kuranda hiç bir karışıklığa yer bırakmayacak tarzda açık seçik beyan ettik, aleyhimize kullanabileceğiniz hiçbir hüccet bırakmayacak şekilde delil ve illetlerinizi bertaraf ettik.

Ashab-ı kiram'ın Kur'an okumadan hiç bir günleri geçmezdi. Mutlaka her gün Kur'an'ı açıp yüzünden okurlardı. Çünkü Kur'an'ın sayfalarına bakmak ibadet olduğu gibi, insanın amacına ulaşmasına da bir vesiledir. Kur'an'ın üzerinde düşünmek, anlaşılmayan gizli kalan manaların açığa çıkmasına vesiledir.

Anlatıldığına göre İmam Şafiî, gecenin yalnız bir kısmında uyur, gecenin kalan kısmını, yanı üzerine yatarak Kur'an âyetlerini tefekkürle geçirir, onlardan hükümler çıkarırdı.

Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh), bir hatırasını şöyle anlatmıştır: ”İmam Şafiî'nin yanında bir gece kaldım ve o gece sabaha kadar namazla meşgul oldum. İmam ise, yanı üzerine yatmış vaziyette geceledi. Ben, bu durumu yadırgadım. Sabah namazının sünnetini kıldı. Ben, hemen kendisine düşündüklerimi söyledim. Bana cevaben: 'Benim uyuduğumu mu zannettin? Hayır uyumadım, Kur'an-ı kerimden yüz küsur mesele istihraç ettim. Sen ise kendin için amel ettin, ama ben ümmet için amel ettim' dedi."

13

Her insanın mükellef olduktan sonra, mü'min olsun kâfir olsun, kadın, erkek, âlim, ümmî, devlet başkanı veya halktan biri olsun kendi iradesiyle yapmış olduğu

amelini boynuna bağladık, bir borç halkası gibi boynuna astık. Esirin boynuna takılan halka, ondan hiç ayrılmadığı gibi, insanın ameli de kendisinden hiç ayrılmaz. Mealde ”amelini..." şeklinde tercüme edilen kısım âyette ”tâirehû" şeklindedir. Tâir, kuş demektir. Buna göre mana, ”her insanın kuşunu boynuna astık," demek olur. İnsanın kendisinden çıkan ameli, gayb ve kader yuvasından çıkıp kendisine gelen kuşa benzetilmiştir.

Hesap vermek üzere diriltileceği

Kıyamet günü, onun için, her insan için

açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkaracağız. Orada ne işlemişse bütün amellerini bulacak, hiçbir şey gizli kalmayacak.

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh): ”Senin için bir sahife açılmış, iki melek seni takip ile vazifelendirilmiş, sağında ve solunda bulunan bu iki melekten sağındaki iyiliklerini, solundaki ise kötülüklerini yazar. Sen öldüğünde açılmış olan sahifen, dürülerek kabrine konur. Kıyamet gününde karşına çıkarılacaktır," demiştir.

14

Kitabını oku! denilecek. Katâde: ”O gün dünyada okuma bilmeyenler dahi okuyacak," demiştir.

Bugün, hesap sorucu olarak sana nefsin yeter. Allahü teâlâ, kulun kusurunu itiraf ederek aleyhine delil olması ve kendisine zulüm nisbet edilmemesi için kulun hesabını kendisine havale etmiştir.

Hasan-ı Basrî: ”Sana insaf edene insafla muamele et. Senin hesabını sana bırakana karşı insaflı ol," demiştir.

15

Kim hidayet yolunu seçerse, Kur'an'ın gösterdiği yoldan gider, onun hükümlerine göre amel eder ve onun yasakladıklarını yapmazsa

ancak kendisi için hidayet yolunu seçmiş olur; doğru yolu seçmesinin faydası, kendisinedir.

Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Kendi nefsini saptırmış olmasının cezası ve vebali kendisine aittir, başkasına değil.

Beyzavî: ”Bir kimsenin hidayete kavuşması, başkasını kurtaramadığı gibi, sapması da kendisinden başkasını mahvetmez", demiştir.

Hiç bir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz. Burada geçen ”el-vizr", günah, ağırlık ve yük anlamındadır. Yani, günah taşıyan nefis, başka bir nefsin günahını taşımaz. Aksine, her nefis kendi günahını taşır. Bu sebeple, bir insan, başkasının günahıyla sorumlu tutulamaz. Bu âyet-i kerimenin açıklamış olduğu bu hüküm, daha önce açıklanan ”Her insanın amelini boynuna bağladık." (İsrâ: 13) âyetindeki hükmü pekiştirmektedir.

Ancak, ”Kim iyi bir ise aracılık ederse, onun da o isten nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da o işten bir payı olur." (Nisa: 85) ve ”Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için..." (Nahl: 25) âyet-i kerimelerinde geçen, bir insanın diğer bir insana ait olan günahı yüklenmesi ve iyiliğinden faydalanarak kötülüğünden de zarar görmesi anlamındaki hususa gelince-, bu gerçekte insanın kendi iyiliğinden faydalanması ve kötülüğünden de zarar görmesidir. Çünkü, iyilik ve kötülüğün fayda ve zararı, aracılığından dolayı, aracı olana ulaşır. İyilik ve kötülüğün kendisinden değil. Nitekim, sapıklığın zararı sapanlara aittir; saptıranların yüklendikleri günah ise, saptırmanın cezasıdır. Sapmanın değil. İnsanlar, şayet biz hak yolda değilsek bunun günahı bizim değil, atalarımızındır. Çünkü biz onları taklid ediyoruz, diyorlardı. Âyet-i kerime onların bu ümitlerini ve iddialarını ortadan kaldırmaktadır.

Biz, insanlara hak yolu gösteren, sapıklıktan meneden ve onları susturacak deliller getiren

bir peygamber göndermedikçe azap etmeyiz. Burada, insanlara ilâhî dini tebliğ etmek üzere peygamber gönderilmesinin vacip olduğuna işaret vardır. Ancak bu, Allah üzerine vaciptir, şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu, ilâhî hikmetin bir gereğidir. Zira, bunda bir çok maslahat ve hikmetler vardır. Günahkâr ve sapıklardan her hangi bir kimseyi, aklı var o halde iman etseydi, diye kendilerine azap etmeyiz. Burada yapılmayacağı bildirilen azap, dünya azabıdır, bu azap da âhiret azabının bir başlangıcıdır. Bu sebeple inkâr edip inatlarında ısrar edenler, hem dünya ve ahirette ve hem de kabirde yani berzah âleminde azap edilmek suretiyle cezalandırılırlar.

16

Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde... Bir yerde bulunan bir topluluğa azap etmek suretiyle helak etmek istediğimiz zaman

o ülkenin zenginlik sebebi ile şımarmış elebaşılarına ve hükümdarlarına kendilerine gönderdiğimiz peygamber'e itaat etmelerini ve iyilikleri

emrederiz.'Âyette geçen 'el-mütraf' kelimesi, nimet ve bolluğun kendisini şımarttığı, azdırdığı kişi anlamındadır.

Buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Yani, taattan ayrılıp orada azgınlıkta ısrar ederler.

Böylece o ülke, isyan ve azgınlıklarının ortaya yayılmasının ardından

helake müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. Sakinlerini helak, yurtlarını harap ederiz. Âyetteki ”tedmir" kelimesi, helak etmek, eseri mahvetmek ve binayı yıkmak anlamındadır.

17

Nuh'tan sonraki Âd ve Semûd gibi

nesillerden nicelerini helak ettik. Ayetteki ”kurun" karn kelimesinin çoğuludur. ”Kam" kelimesi, zamandan bir süredir. Daha sahih bir görüşe göre yüz yıllık bir zamandır. Ayrıca karn; hiç kurtulanı olmayan helak olmuş her kavimdir. Yine her önceki asırda yaşayanlar, bir sonraki asırda yaşayanlara göre karn sayılır.

Âyette ”Nuh'tan sonra" denildi, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'den sonra buyrulmadı, çünkü kavmi tarafından ısrarlı bir şekilde yalanlanan ilk peygamber, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) olduğu gibi tufanla yok edilmek suretiyle çok büyük azaba lâyık olan ilk kavim de onun kavmi olmuştur.

Kullarının günahını bilici ve görücü olarak Rabbin yeter. Açıkta ve gizlide işledikleri günahlardan haberdardır ve onlardan dolayı cezalandırır. Bu âyette, bu ümmete ve özellikle Mekke müşriklerine karşı. Allah ve Rasûlüne itaat edip isyan etmemeleri, aksi halde önceki ümmetlerin başlarına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğine dair bir tehdit vardır.

Anlatıldığına göre, arslan, kurt ve tilki, avlanmak üzere çıkmışlar. Bir vahşi merkep, bir geyik bir de tavşan avlamışlar. Arslan, kurda: ”Hadi bakalım bu avları aramızda taksim et," deyince kurt: ”Bu vahşi merkep dağların kralına, bu geyik bana ve tavşan da tilkiye ait olsun" demiş. Fakat arslan bu taksime çok kızmış ve kuvvetli bir pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Sonra tilkiye dönerek: ”Sen taksim et bu avlan" demiş. Tilki: ”Bu merkep kralımızın öğle yemeği, bu geyik akşam yemeği ve tavşan da kralımızın arzu etmesi halinde ara yemeği olacak" deyince, arslan: ”Vay! Bu ne adalet! Bu âdil taksimi sana kim öğretti?" diye sordu. Tilki: ”Kurdun başına inen hüküm, bana bu adaleti öğretti" cevabını verdi. Bundan dolayı: ”Akıllı olan kişi, başkasından ibret alıp ders edinendir." denilmiştir.

18

Her kim, bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse, ameliyle yalnız dünyayı elde etmek için çeşitli maksatlar peşinde koşarsa ki, onlar da küfür, riya, nifak ehli ile fasıklardır,

ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada verir, geçici olan bu dünyada elde etmek için acele ettiği nimetlerden yalnız bir kısmını veririz, dilediğinin hepsini değil. Çünkü, İlâhî hikmet herkesin dilediğine, arzu ettiğine ulaşmasını gerektirmez.

Sonra ona cehennemi tahsiz ederiz. Dünyada peşin olarak verdiğimizin yerine

yasaklanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. Âyette geçen ”mezmum" kelimesi, levm edilmiş, yasaklanmış anlamındadır. ”Medhur" kelimesi de Allah'ın rahmetinden kovulmuş anlamındadır.

19

Kim de âhireti diler, ameliyle âhiret yurdunu ve ondaki devamlı nimeti arzu ederse

ve mü'min olarak ona yaraşır bir çaba ile o gün için çalışırsa, emredilen şeyleri yapar ve nehyedilen şeylerden sakınırsa,

işte bunlar, üç şartı kendilerinde toplamış olanlar, yani, emredileni yapmak, nehyedileuden sakınmak ve sahih iman etme şartlarını toplayanlar

ın çalışmaları makbuldür. Allah nezdinde en güzel şekilde kabul görmüş ve sevabı verilmiştir.

20

Hepsine; dünyayı isteyenlere de âhireti isteyenlere de yani, gerek kendilerine dünyada verilenlere, gerekse çalışmaları makbul sayılanlara

Rabbinin sonsuz ve geniş

ihsanından (ayırt etmeksizin) veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. Dünya ve âhiretde müttekî ve fâcirden men edilmiş değildir, aksine Rabbinin ihsanı müttakî için dünya ve âhirette; fâcir (günahkâr) için ise, günah ve küfrüne rağmen, yalnız dünyada devam eder.

21

Baksana, Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Ey Rasûlüm Muhammed! İbret gözü ile bak, insanların bir kısmını diğer bir kısmından nasıl üstün kıldık? Bizim dünyada ilâhî nimet olarak ihsan ettiklerimizle, kimi zengin, kimi fakir; kimi köle, kimi sultan, kimi yüksek, kimi düşüktür. Bu vesile ile uhrevî ihsanların mertebeleri ve üstünlük derecelerinin sahipleri anlaşılır.

Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür. Âyetteki ”derecat" kelimesi, mertebe, tabaka anlamındaki derece kelimesinin çoğuludur. Âhiret, dünya mertebelerinden elbette üstündür. Bu farklılık, cennet ve üstün dereceleri sebebiyledir. Âhirette cennet derecelerinin herbiri arasındaki fark, yer ile gök arasındaki fark gibidir.

Bundan dolayı akıllı olan kişi, devamlı olan uhrevî dereceleri elde etmek için çalışmalıdır.

Bir rivayette: ”Cennet ehlinin çoğu saf olan kimselerdir. Cennetin yüksek mevkileri ise akıllılar içindir ” denilmiştir. Buradaki akıllılardan maksat âlimlerdir. Nitekim, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadisi şerifinde: ”Âlimin, bilgisiz âbide üstünlüğü, benim diğerleriniz üzerindeki üstünlüğüm gibidir" buyurmuştur.

Başka bir rivayette ”Kamerin, ay'ın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir," buyrulmuştur.

İbni Abbas (radıyallahü anh), ”...Ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin" (Mücadele: 11) âyetinin tefsirinde: ”Âlimin mü'min üzerindeki üstünlüğü, yedi yüz derecedir ki, her biri arasında yer ve gök arasındaki üstünlük gibi fark vardır," demiştir. Bu örneklerle açıklanmış oluyor ki, Cennet ehlinin dereceleri arasındaki fark, sahip bulundukları hakiki ilimlerine ve ilâhî marifetlerine göredir.

Rivayete göre, insanlardan bir topluluk Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in kapısında toplanmışlardı, aralarında bulunan Hazret-i Bilâl ile Suhayb (radıyallahü anh)'a girme izni çıktı. Bu durum Ebu Süfyanin gücüne gitti ve Süheyl b. Amr'a: ”Bize yapılan bu muamele, bizim kendi kusurumuzdandır. Çünkü onlar İslama davet edildiler, biz de davet edildik. Onlar kabul edip İslâm'a koştular, biz ağır aldık," dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in kapısında fark böyle olursa, âhiretteki fark nasıl olacak? Bilâl ile Suhayb'a Hazret-i Ömer'in kapısında gıpta ederseniz, bir de âhireti düşününüz. Allah (celle celalühü), cennette onlara daha çok şeyler hazırlamıştır.

22

Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma! Bu âyet-i kerîmede her ne kadar hitab Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise de ümmeti kast edilmiştir. Müteessirlerin bir kısmına göre, emirlerde asıl olan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in; nehiylerde ise ümmetinin kast edilmesidir.

Sonra yasaklanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak kalırsın.

kendi üzerine meleklerin ve mü'minlerin kötülemesini toplayıp çekersin ve Allah (celle celalühü)'ın inayetini yitirip rezil ve rüsvay olarak kalırsın. Cenab-ı Hakka karşı edinilen ortak, yardımdan âciz kalır, Allah yardım etmezse kimse yardım edemez. Aslında oturmak anlamında olan ”kuûd" burada bekleyip kalmak anlamındadır.

23

Rabbin her mükellefe

sadece kendisine ibadet etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Çünkü, ibadet, ta'zim'in en son haddidir. Sonsuz azamet ve nimet sahibi olandan başkasına bu ta'zim yapılamaz, sonsuz tazime yalnız O lâyıktır. Ana-babanın da her ikisine, iyilik etmenizi kesin olarak emreder. Zira, onlar hayatımızın ve varlığımızın görünürdeki sebebi; Allah (celle celalühü) ise, hakikî sebebidir. Bu sebeple bu âyette önce varlık ve hayatımızın hakiki sebebi olan Allah'a tazim etmemizin gereğini bildirdikten sonra zahiri sebebimize hürmeti emretti. Yani Allah, seni en muhtaç durumda iken büyütüp besleyen, eğitip terbiye eden ve varlığına zahiren sebep olan ana-baba hakkını, Rubûbiyeti nezdinde Vahdaniyeti Sübhaniyesine yaklaştırarak önem verdiğini gösterdi.

Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, âyetteki ”immâ" şart için olan ”in" ile zait olan ”mâ" harflerinden oluşarak tekid- pekiştirmek için gelmiştir. Bu sebeple fiilin sonuna ”Şeddeli nun" gelmiştir. Ayette geçen ”senin yanında" (indeke) den maksat senin himayende anlamındadır.

Kendilerine 'öf bile deme; yani, onlardan birine veya her ikisine usandığını ifade etmek için ”öf" deme. Öf kelimesi, sıkıntı belirten bir ses ve sıkıntıyı, usanmayı anlatan bir isim fiildir. Yani, onlarda gördüğün hoşlanılmayacak bir durumundan iğrendiğini veya yaptığın bir hizmetten bıkıp usandığını anlatmak için sakın ”öf" bile deme!

Onları azarlama. Onlarda gördüğün bir halden dolayı, hoşlanmadığın isteklerinden dolayı onlara bağırıp men etme.

ikisine de güzel söz söyle. Güzel bir eğitim almış insan nezaketinin gerektirdiği, ikramı ifade eden güzel söz, söyle. Güzel söz, onlara ”anacığım veya babacığım!" demek gibi sözlerdir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in babası küfür içinde bulunduğu halde ”babacığım!" tarzında hitab etmesi gibi.

Ebeveynine karşı hürmetkar olan bir insan, onlara isimleriyle hitap etmez, çünkü bunda onlara karşı bir nevi saygısızlık ve nezaketsizlik vardır. Sesini onların sesi üzerine yükseltemez, bağırırcasına değil, mütevazi ve hafif bir sesle konuşur. Ancak sesini duyurmak gibi bir zaruretten dolayı yüksek sesle konuşabilir. Onlara kızgın nazarlarla bakmaz.

24

Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger. Yani, onlara karşı tevazu ve yumuşaklık göster. Kuş havadan yeni ineceği zaman kanatlarını indirerek kırıp katlar. Uçacağı zaman da kaldırır. İşte kuşun yere ineceği zaman kanatlarını indirmesi tevâzû için misal kılınmıştır.

İbn Abbas: ”Ana -babana karşı; suçlu, zayıf bir kölenin son derece kaba ve katı olan efendisine karşı tutumu gibi davran." demiştir.

Dediler ki, kişi ana-babasına merhamet, şefkat ve muhabbet nazarıyla bakar. Hizmetlerini kendi eliyle yapmalı, bu işi başkasına bırakmamalı. Çünkü, kişinin ana-babasına, hocasına, misafirine ve sultanına hizmet etmesi ayıp değildir. Babasından daha fazla fıkıh da bilse ona imamlık yapmamalı, önlerinde yürümemeli. Ancak yol açmak veya yoldaki engeli kaldırmak için önde yürüyebilir. Bir mecliste önlerine geçmemeli, söz söylemek, yemek ve su gibi konularda onlardan öne geçmemeli.

Ve: 'Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi sen de onları esirge!' diye duâ et. Duâ et ki, Allah (celle celalühü), ebedî rahmetiyle onlara merhamet etsin, kâfir dahi olsalar. Çünkü onları İslâm dinine ulaştırması rahmeti cümlesindendir.

İbn-i Abbas (radıyallahü anh): ”İbrahim (aleyhisselâm), babası ölünceye kadar ona duâ etmiştir: Ne var ki; onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. Duayı bıraktı ve ondan sonra istiğfar etmedi. Bundan sonra babası küfür üzerine öldü." demiştir.

İbn Uyeyne'ye: ”Vefat etmiş bir kişi için sadaka verilmesi halinde faydalanır mı?" diye sorduklarında, cevaben: ”Bütün bu hayırlar kendisine ulaşır, onun için istiğfardan daha faydalı bir şey olmaz. Şayet meyyit için faydalı bir şey olsaydı, onunla emr olunurdunuz" demiştir.

Âyette, ana-baba için: ”Ya Rabbî küçüklüğümde onların beni besleyip büyüttükleri gibi, irşad edip yetiştirdikleri gibi, merhamet ettikleri şekilde onlara rahmet et. Zira Rabbim merhamet edenlere merhamet etmeyi vaad etmiştir," tarzında duâ etmenin gerektiği hatırlatılmaktadır.

Rivayet edildiğine göre, bir şahıs Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e gelip: ”Benim anam-babam o kadar yaşlandılar ki, küçükken onların bana hizmet ettikleri gibi ben de onlara hizmet ediyorum. Onlara karşı haklarını ödemiş sayılır mıyım?" diye sordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): ”Hayır ödemiş sayılmazsın, zira sen küçükken, onlar sana yaptıkları bu hizmeti, büyüyesin, sağlam ve sıhhatli olasın diye yaptılar. Sen onlara bu hizmeti yaparken yakında ölebilirler düşüncesiyle yapıyorsun" dedi.

25

Rabbiniz, sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Kalbinizde gizli bulunan iyilik ve takvayı isteyip istemediğinizi bilir. Bu âyette, ana-babaya karşı insanın kalbinde bir yüksünme ve hoşnutsuzluğu gizlemesine karşılık sanki bir tehdit vardır.

Eğer siz iyi olursanız, iyilik ve takvayı kast ederseniz

şunu iyi bilin ki, Allah tövbeye yönelenleri insanın yapması kaçınılmaz olan hatalardan Allahü teâlâ 'ya dönenleri

son derece bağışlayıcıdır. İnsan olarak işlemiş oldukları davranış veya sözleriyle eziyet ve benzeri kusurlarım affedicidir.

İmam Gazalî (radıyallahü anh): ”Ulemanın çoğu, şüpheli şeylerde bile ana-babaya itaat etmek vaciptir, yalnız haramda itaat vacip değildir. Çünkü, şüpheyi terk etmek, takva gereğidir. Ana-babanın rızasını almak ise kesin olarak vaciptir" demiştir.

Yine denilmiştir ki, ana-babadan her ikisinin hakkına riayet etmek mümkün olmadığı takdirde, hürmet ve tazim bakımından babanın öncelik hakkı vardır. Çünkü, nesep baba yönünden gelir. Yardım ve hizmet yönünden ananın önceliği vardır. Yanına girdiklerinde babası için ayağa kalkar, bir şey isteseler, önce ananın, sonra babanın isteğini yerine getirir. Menbeü'l-Adab adlı eserde de böyle denilmiştir:

Fıkıhçılar, söyle demişler: ”Kişinin yanında ana-babasından yalnız birine yetecek kadar bir yiyecek varsa anaya takdim eder, çünkü ana, çocuğu için daha çok emek vermiştir. Şefkati, hizmeti babadan fazladır. Ana, evlâdını rahminde taşır, dünyaya getirir, emzirir, kirlerini yıkar, hastalığında tedavisi ve benzeri hizmetleriyle uğraşır. Bu yüzden çocuğuna babadan çok fazla hizmeti geçmiştir.

Bir kişi Râsûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, malını aldığından dolayı babasını şikâyet etti. Onu çağırdığında, sopasına dayanarak yürüyebilen bir ihtiyar olduğunu gördü ve oğlunun kendisinden şikayetçi olduğunu söyledi. Adam: ”Ya Rasûlallah! Ben güçlü kuvvetli iken o çok zayıftı, ben zengin iken o, hiçbir şeyi olmayan bir yoksul idi. Ben ondan hiçbir şeyimi esirgemedim. Şimdi ise ben zayıfım, o güçlü; ben fakirim, o zengin. Bana karşı cimrilik yapıyor, malını vermiyor," dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ağladı ve: ”Bu sözü işitince, bu duruma ağlamayacak canlı cansız hiçbir şey yoktur" buyurarak şikâyetçi gence döndü ve: ”Sen ve malın babana aitsiniz" buyurdu.

Yine bir hadisi şerifte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Burnu sürtülsün!" buyurdu. ”Kimin ya Rasûlallah," denince: ”İhtiyarladıkları halde ana-babasından biri veya her ikisine hizmet ve gerektiği gibi hürmet etmediğinden cennete giremiyen kişi" cevabını verdi."

26

Bir de akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Ey yaratılmışların en faziletlisi Rasûlüm! Buradaki hitap. Peygamberimizin kendisine olduğu gibi ümmetine de yöneliktir. Âyetteki, yakınlar anlamındaki ”zel-kurba" mutlak anlamda mahrem sayılan akrabadır. ”Hak'tan maksat da akrabadan yoksul olanlara verilmesi gereken nafakadır. Yoksul olan kimseler üzerine, yalnız yoksul olan küçük çocuklarının nafakası farzdır. Eşi, fakir veya zengin, Müslüman veya ehli kitap olsun, nafakası farzdır. Zengin Müslumana ise, ana-baba ve onların hükmünde bulunan dede ve nineleri yoksul olmaları halinde, müsl im veya gayri müslim ayrımı yapılmadan, nafakaları farzdır.

Ana-baba dışındaki nikâhı haram sayılan bütün yakınlarının nafakası da, fakir, küçük, kadın veya kötürüm ya da âmâ olmaları, ya da çalışamıyacak durumda bulunmaları şartı ile vaciptir. Ancak çalışacak durumda iseler ittifaken vacip olmaz.

"Yoksula ve yolcuya da hakkını ver." Miskin-yoksul, mal namına hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Yolcu anlamındaki ”İbni Sebil" malını kullanma imkânından mahrum olan yolcudur.

Gereksiz yere de saçıp savurma. ”Tebzir", malı yersiz ve gereksiz harcamaktır. ”İsraf" ise, harcamada sınırı aşmaktır ve şu âyet ile yasaklanmıştır: ”Büsbütün eli açık da olma!" (İsrâ: 29)

27

Şüphesiz ki, böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Kendilerini tehlikeye atmakta onların yardımcılarıdırlar.

Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür. İnkarcılıkta aşırıdır. Allah'ın emirlerine uyarak, yasaklarından da kaçınarak nimetlerine şükretmez.

Kureyş oğulları, develerini keserek ve mallarını hayır sayılmayan diğer bazı yasaklar ve eğlenceler uğruna insanlara gösteriş yapmak için saçıp savuruyorlardı.

28

Eğer, Rabbinden umduğun bir rızkı beklemek durumunda olduğun için onlara bakamıyorsan, eğer, Rabbinin nezdinden geleceğini umduğun, onlara vereceğin bir rızkı, aramak gibi bir iş sebebiyle, yardıma müstehak yakınlarından, yoksul ve yetimlerden yüz çevirip onlara bakamıyorsan

hiç olmazsa, kendilerine gönül alıcı bir söz söyle. Onlara güzel yumuşak söz söyle ve onları rahatlatacak, hayatlarını kolaylaştıracak vaadde bulun.

Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, kendisinden, istenen şeyi verecek durumda olmadığı zaman, mahcubiyetinden söyleyecek bir şey bulamaz, sükut ederlerdi. Yoksulların üzülüp umutsuzluğa kapılmamaları için sükut yerine güzel söz ile emr edildi.

Ayetteki ”Kavli meysür" dan maksadın işlerinin kolaylaşması için onlara duâ etmek olduğu da söylenmiştir. Buna göre: ”Allah sizi fazlı kereminden zenginleştirsin. Allah (celle celalühü) bizi de sizi de rızıklandırsın" tarzında onlara duâ et, buyrulmuş olur.

Rivayet edildiğine göre İsa (aleyhisselâm): ”Bir dilenciyi kapısından umutsuz olarak çevirenin evine, rahmet melekleri yedi gün uğramaz, fakir olan kimse kaderine razı olarak ölürse cennete ondan daha zengin kimse girmez" demiştir. ” Halisa" da da böyle rivayet edilmiştir.

29

Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Âyette geçen bu iki örnek, müsrif in vermesiyle, cimrinin kısınasını önlemek maksadıyla, onları bu kötü huylarından dolayı korkutmak ve israf ile cimrilik arasında bulunan iktisad kavramını tanıtmaktır ki, bu da cömertliktir. Yani, eli boynunda bağlı olup bir şey vermeye gücü yetmeyen kimse gibi hak yolda ve yerinde olan konularda elini intaktan büsbütün çekip uzatamayacak halde sıkı olma.

Sonra kınanır, kaybettiklerinin

hasretini çeker kalırsın. Her iki âlemde, Allah (celle celalühü) ve insanlar yanında yasaklanmış olursun.

30

Doğrusu, Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Bazılarına bol ve geniş, diğer bazılarına da, ilâhî hikmetine bağlı olan iradesinin gereği olarak, kısarak verir.

Şüphesiz ki, O, kullarını gören ve haberdar olandır. Yani onların gizlisini de, açığını da bilir, ayrıca onlara meçhul olan iyiliklerini de O bilir.

Bir kudsi hadiste: ”Şüphesiz ki, mü'min kullarımdan öyleleri var ki, imanlarını ancak zenginlik ıslah ve takviye eder, şayet onları fakir kılarsam, hu durum onları ifsad eder. Yine mü'min kullarımdan kimileri var ki, onların imanlarını ancak, fakirlik ıslah ve takviye eder. Şayet onları zenginlersem bu onları ifsad eder, bozar. Onların kalplerindekini bildiğimden işlerini Ben düzenlerim. Şüphesiz ki Ben, her şeyden tamamen haberdarım, her şeyi gereği gibi bilirim" buyrulmuştur. Bu kudsî hadisi, Enes (radıyallahü anh) rivayet etmiştir. Bahru’l-Ulûm’da böyle kayıtlıdır. Bu sebeple Allah (celle celalühü), zenginletir ve fakirletir, bolca yayar ve daraltır. Kullarının hepsini zenginletse isyan eder ve azarlardı. Hepsini fakirletse her şeyi unuturlar ve mahvolurlardı.

Yine bir hadisi şerifte: ”Yedi tehlikeden korunmak için iyi amel edin: Her şeyi unutturan fakirlikten, yahut azdıran zenginlikten veya ifsad eden hastalıktan, yahut insanın akıl ve bedenini zayıflatan ihtiyarlıktan, yahut ansızın gelen ölümden, yahut beklemekte olan serlerin en kötüsü olan Deccalden, yahut çok acı olan kıyametten başka bir şey mi bekliyorsunuz" buyrulmuştur.

Akıllı insan için, Allah'ın emrine teslim ve kadere razı olmak, darda sabretmek, bollukta şükretmek, imkânlar ölçüsünde infak etmek gerekir.

31

Ey Arap topluluğu!

Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Araplar fakirlik korkusuyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Bu âyetle yüce Allah, bu cinayetten men ederek, hepsinin rızkını vereceğine dair teminat verdi.

Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Başkası değil.

Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur. Bu cinayet, Allah'ın (celle celalühü) binalarını yıkmak, nesli kesmek demek olduğu için büyük bir günahtır.

Bu âyetten itibaren 39. âyet dahil, on âyeti kerime de, on kötü huyun, on iyi huy ile değiştirilmesine işaret ve tavsiye vardır. Bu kötü olan huylardan birincisi cimrilik, ikincisi uzun emel ve arzudur.

Bunların her ikisine açıklamakta olduğumuz bu âyetin ”Geçim endişesiyle çocuklarınızın canına kıymayın" bölümünde işaret vardır. Çünkü, cimrilik ve uzun emel, onları çocuklarını öldürmeye yöneltmiştir. Bu sebeple de bu iki kötü huyun cömertlik ve tevekkül ile değiştirilmesine yine bu âyetin: ”Biz sizin de, onlarında rızkını veririz" bölümü ile ışık tutulmuştur.

Anlatıldığına göre Zekeriya oğlu Yahya (aleyhisselâm), İblis ile karşılaştı ve: ”Ey İblis! En sevdiğin ve en çok nefret ettiğin insanlar kimlerdir?" diye sordu. İblis: ”En çok sevdiğim insan, cimri olandır. Hiç sevmediğim insan da cömert olan insandır." dedi. Yahya (aleyhisselâm): ”Neden?" deyince de İblis: ”Çünkü, cimrinin cimrilik kötülüğü bana yetiyor, cömert ise fasık da olsa cömertliği sebebiyle Allah'ın (celle celalühü) affedip kabul edeceğinden endişe ediyorum." Sonra İblis dönüp giderken: ”Şayet sen Yahya (aleyhisselâm) olmasaydın sana bunları söylemezdim" dedi.

Âlimler şöyle demiştir: Kişinin ev halkını zühde zorlaması gerekmez, sadece onları zühde davet eder, kabul ederlerse ne âlâ, etmezlerse onların dünyalık ihtiyaçlarını karşılar, nimetlerini arttırmaya çalışır, itidalden ayrılmaz. Kendisi ise dilediği gibi hareket eder.

Cenab-ı Hak, diğer kötü hasletleri hatırlatarak şöyle buyurmuştur:

32

Zinaya yaklaşmayın. Zina etmek şöyle dursun, onun başlangıcı sayılan, öpmek, göz kırpmak veya şehvet gözüyle bakmak gibi davranışları da yapmayın,

Zira o, bir hayasızlıktır. Çünkü zina, sınırı aşan, çirkinliği açık olan, yüz kızartıcı bir iştir. Onda nesilleri zayi etmek vardır

ve çok kötü bir yoldur. Zina ne kötü bir yoldur. Nesillerin kesilmesine, fitnelerin tahrikine yol açan, sahibini cehenneme sürükleyen çok kötü bir huydur.

Hadisi şerifte: ”Bir kul zina ettiğinde iman onun kalbinden çıkarak başının üzerinde bir gölge gibi durur, zinadan ayrılınca imanı kendisine döner" buyrulmuştur.(S)

Sahabilerden birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Zinadan sakınınız, zira onda altı tane felâket vardır, üçü dünyada, üçü de âhirette verilmek suretiyle zina eden cezalandırılır. Dünyadaki felâketler:

1. Rızık darlığıdır, yani rızkından bereket kalkarak hayır ve iyilikten mahrum olur,

2. Ömrü eksilir,

3. İnsanların nefretini kazanır, çünkü zina insanın güzelliğini giderir. Ahiretteki felâketler ise:

1. Rabbin gazabına sebep olur,

2. Hesabın zorluğuna sebep olur,

3. Cehenneme girmesine sebep olur."

Yine bir hadisi şerifte: ”Gözler de zina eder, onların zinası kötü niyetle bakmaktır. Eller de zina eder, onların zinası tutmaktır. ”

İyi bil ki, şehvetin insana üstünlük sağlaması, zinaya götürür ki, bu, âyet-i kerimelerde yerilen, on kötü huyun, üçüncüsüdür.

Anlatıldığına göre, Basra'da kendisinden devamlı güzel bir koku hissedildiği için, El-Miskî adıyla tanınan bir adam vardı. Kendisine bu kokunun kaynağı sorulunca: ”Ben gençken insanların en güzellerinden idim. Çok da çekingen ve haya sahibi idim. Babama dediler ki, onu çarşıda bir dükkâna verirsen açılır, mahcubiyeti gider. Babam da beni bir manifaturacı mağazasına verdi. Bir gün yaşlı bir kadın geldi ve bazı kumaşlar istedi, ben de tezgâhta bulunduğumdan istediklerini indirdim. Aldığı bu eşyanın parasını evinde vereceğini, kendisi ile evine kadar gelmemi istedi, beraberinde gittim. Beni büyük bir köşke götürdü. Büyük bir kubbesi vardı. İçinde, bir taht vardı. Üzerinde süslü yataklar bunun üzerinde de genç bir kız vardı. Beni kendisine doğru çekti. ”Allah (celle celalühü) görüyor" dedim. ”Önemli değil" dedi. ”Ben ishal olmuşum, hemen tuvalete gitmem gerekiyor," dedim. Helaya girip, üstüme başıma pislik sürüp kirlettim. Bu delinin birisi dediler. Böylece bu belâdan kurtuldum. Oradan çıkıp bir akar suda üstümü başımı yıkadım. O gece rüyamda bir adam gelerek: ”Ya’kûb oğlu Yûsuf nerede! Sen neredesin!" dedi ve elini yüzüme ve üzerime sürdü. İşte o günden beri onun kokusu üzerimden eksilmedi. İşte bu iffet ve takvanın bereketindendir.

İblis, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ile karşılaştı da: ”Ey Mûsa! Sinirlendiğin zaman beni hatırla, o esnada benim yüzüm kalbindedir, gözüm senin gözündedir. Senin içinde, kan dolaşımı gibi dolaşırım. Düşmanla savaş için karşılaştığın zaman ben insanoğluna gelir, savaştan kaçmasını temin için, ona çoluk çocuğunu, eşini ve ailesini hatırlatırım. Nikâhı haram olmayan kadınla yapayalnız bir arada oturmaktan sakın, çünkü ben, o esnada ondan sana, senden ona aracılık ve elçilik ederim. Bu olay, Âkâmül-mercanda nakledilmiştir.

33

Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Müslüman olmakla veya ahid ile ki, bu durumda, ahidleşenlerle, zimmîler de bu hükme girer. Bu suretle Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı kimseleri sakın öldürmeyin. Yani şu üç sebepten başka bir sebeple cana kıymayın: ”İmandan sonra irtidat, inkâr etmek; evli iken zina etmek; masum, günahsız bir cana kasten kıymak." Bu üç şeyden birini yapmayan

bir kimse zulmen öldürülürse onun velîsine mirasçısına, ölümünden sonra işini yapacak olan vârisine, velîsi veya vârisi yoksa sultana -ki, o, velîsi bulunmayanın velîsidir.- hakkını alması için

yetki verdik. Dilerse kısas suretiyle öldürür ve isterse diyet alır.

Ancak, bu velî de öldürmede ileri gitmesin. Kısas işinde meşru olan sınırı aşarak, müsle'yi de (katilin uzuvlarını kesmek) ilâve ederek veya katilden başka yakınlarından birini öldürmek suretiyle aşırı gitmesin. Cahiliyet âdetlerinde olduğu gibi, onlar, katilden başkasını veya bir maktul yerine iki kişiyi öldürüyorlardı. Onlar, kendilerinden itibar ve şeref sahibi olan birisi öldürüldüğünde sadece katili öldürmekle yetinmezler, onunla birlikte yakınlarından bir cemaati de öldürürlerdi.

Zaten kendisine bu yetki verilmekle

o, yardıma maznar olmuştur. Ona şeriat (hukuk) ve hükümdar yardım eder. Yani, Allah (celle celalühü) kısası veya diyeti gerekli kılmakla ona yardım etmiş, hâkimlere de hakkını almasına yardım etmesini emretmiştir.

Denilirse ki, kasten adam öldürenin tevbesi nedir?

Cevap: Üç suretten birisi iledir:

Ya kısas suretiyle öldürülmek, ya af edilmesi veya ondan diyet alınması suretiyle tevbe etmiş sayılır.

34

Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, tasarrufta bulunmak şöyle dursun

tam bir iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın. Ancak onu korumak ve üretmek için yaklaşabilirsiniz. Ayette geçen ”eşüddeh" insanın en güçlü zamanı olup bu da on sekiz ile otuz yaş arasında olur.

"Bahru'l-Ulûm" da denilmiştir ki: ”eşüdd'e ulaşmak idrak yani rüşd ile olur. Bulûğa erdikten sonra rüşdü denenir. Bunun son sınırı otuz üç yaştır.

Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Verilen söz ister Rabbin ile aranda olsun, ister kendinle diğer insanlar arasında olsun, o söze sahip çıkarak koruyunuz.

Çünkü, verilen söz, sorumluluğu gerektirir. Sözleşme yapandan, sözünü bozmayıp tutması istenir.

35

Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Kıstas: Büyük terazi, yahut büyük veya küçük doğru ölçen herhangi bir terazi demektir. Cumhura göre ”Kıstas", el-Kist kelimesinden alınmış doğru, denk anlamında Arapça bir kelimedir.

Bu tastamam ölçmek ve doğru terazi ile tartmak

hem daha iyidir, sizin için dünyada hayırlıdır. Doğruluk ve dürüstlük her türlü işlemlerde önem verilmesi istenen bir emanettir,

hem de neticesi bakımından daha güzeldir.

On kötü huydan dördüncüsü: Gazab, kızgınlıktır. İnsanı öfkenin sarması haksız olarak cana kıymaya götürür. Bu sebeple, kötü olan gazap, sinirlilik huyu; ”Bir kimse zulmeti öldürülür se, onun velisine (mirasçısına hakkını alması için) yetki verdik. ” (İsrâ: 33) âyetindeki hükümle değiştirildi.

Eski İran hüküdarlarından - Kisralarından Enûşirvan:

"Kötü olan beş huy, dört kişide daha kötüdür:

1. Hükümdarlarda cimrilik,

2. Hakimlerde yalancılık,

3. Alimlerde şiddetli sinirlilik,

4. Kadınlarda haya, utanma duygusunun azlığı ”hayasızlık ” demiştir.

Kötü huylardan beşincisi: ”İsraftır.

Her şeyde aşırılık israfa götürür. Bu da israfı yasaklayan: ”Ancak velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o yardıma mazhar olmuştur. ” (İsrâ: 33) âyeti gereğince, itidal ile değiştirilmiştir.

Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) dan rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), abdest almakta olan Sa'd (radıyallahü anh)’ın yanından geçerken suyu gereğinden fazla harcadığını görünce: ”Ey Sa'd! Bu israf nedir?" diye sordu. Sa'd: ”Abdest alırken (kullanılan fazla su) israf sayılır mı?" deyince Rasül-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Evet akmakta olan bir nehrin başında dahi olsan israf sayılır" bu yurdu.

Kötü huyların altıncısı: ”Yetimin malına rüştüne erinceye kadar tam iyi bir niyet taşımaksızın yaklaşmayın..." (İsrâ: 34) Âyeti kerimede yasaklanmış olduğu anlaşılan hırstır. Çünkü yetimin malında menfaat temin etmek için tasarrufta bulunmak, hırstandır.

Hikmet sahibi birine: ”Yaşlı olan kişi, neden gençten daha ihtiraslıdır?" diye sordular. Hikmet sahibi: ”Çünkü yaşlı kişi, gencin tatmadığı dünya zevkini tatmıştır da ondan" cevabını verdi.

Kötü huyların yedincisiAhdi bozmaktır. Ahde vefayı emreden ”...verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir" (İsrâ: 34) âyetiyle, bunun değiştirilmesi ön görülmüştür.

Kötü huyların sekizincisiHıyanettir. Bu da: ”Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın..." (İsrâ: 35) âyetiyle emanetle değiştirilmesine işaret edilmiştir.

Rivayete göre, son nefeslerini alıp vermekte olan bir adam durmadan ”Ateşten iki dağ," sözünü tekrar ediyormuş. Ziyaretine gelen bir zat ailesine: ”Ne ile meşgul olduğunu, amelini sormuş." Ailesi: ”İki adet terazisi olup, birini alırken, diğerini de satarken kullandığını" söylemişler.

İbrıi Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayete göre, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tüccarlar gelmişti de, onlara: ”Ey tacir topluluğu! Allah (celle celalühü), sizi çok günahkârlar olarak haşr edecek, ancak doğrulukla alışveriş eden, akrabasını ziyaret eden ve emanete riayet edenleriniz müstesnadır" buyurdu.

36

Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Maksadına ulaştıracağını bilmediğin bir yoldan gitmek gibi, hakkında bilgin olmayan söz ve hareketlerin peşine düşme.

Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptığından sorumludur. Ayetteki geçen uzuvlar, kıyamet günü sahiplerinin aleyhine şahitlik edecekleri ve onların durumundan sorumlu bulunacaklarından onlara akıllı bir kişilik verilmiştir ki, edebiyatta buna teşhis sanatı denir.

Bahrul-Ulûm’da denilmiştir ki: ”Sanki Allah; kalp, göz ve kulakla ilgili olan bilinmeyen şeyleri yasaklamakla: dinlenilmesi caiz olmayan şeyleri dinleme, bakılması caiz olmayan şeylere bakma, kastedilmesi caiz olmayan şeyleri kastetme demiştir. Çünkü, bunların her birinden dolayı Allah (celle celalühü), sahibini sorumlu tutacaktır ve cezalandıracaktır."

Âyet-i kerimede ayrıca, insanın bir kötülüğü yapmak üzere niyetlenip kararlı olmasından dolayı sorumlu tutulacağına da bir delâlet vardır. Nitekim: ”...Lakin kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar." (Bakara: 225) âyetinde buyrulduğu gibi. Meselâ, kibir, haset, nifak, kendini başkasından üstün görmek, riya ve dünyayı sevmek gibi kalbin kötü amellerinden insan kendi arzu ve iradesiyle yapmak azminde bulunduğu şeylerden sorguya çekilir, fakat ihtiyarî olmayan düşünce ve azimlerden dolayı sorumlu tutulmaz.

Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: ”Ümmetimin içlerinden, geçirdikleri kötü niyetleri affedilmiştir" buyurmuş olması konuya açıklık getirmiştir.

El-Eşbah ve'n-Nezair'de: ”İnsanın içinden gelip geçen kötü şeyler söylenmedikçe veya yapılmadıkça onlardan dolayı sorumlu olunmaz" denilmiştir. Nitekim Müslim’in de buna benzer rivayeti vardır.

Bu konuda söylenenlerin özeti şudur:

İnsanın gönlünden geçen günahlara dair niyet ve kararlılık, beş maddede toplanır:

1. el-Hâcis: İnsanın nefsine atılan, ilka edilen kötülüktür. Bundan muaheze olunmayacağına ittifak vardır, çünkü kendi kendine kalbine düşmüştür, onun fiili değildir.

2. Hatır: Bu, hacis'den sonra gelir. Hacisin hemen başlangıcında insan bunu def edebilir. Sahih hadisle sabit olduğuna göre insan ”hatır" ve bundan sonra gelen ”hadisu’n-nefs"den sorumlu değildir.

3. Hadisu’n-nefs'tir. Bu da Hâtır'dan sonra gelir.

4. Hemm ve

5. Azm'dır. Bu da insan kalbine gelen hemm’in, kast'ın en kuvvetlisi ve en kesinidir. Yani insanın bir işi yapmaya kesin karar vermesidir.

Bazı büyük zevat, Mekke'yi Mükerreme'dekiler hariç, insanın gönlüne doğup gelen bütün kötü niyetlerin (hevâtır) hepsi aff edilmiştir" demişlerdir. Bu sebeple Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh) ikametgâh olarak ihtiyaten Taifi seçmiştir.

Hemm'e gelince, sahih hadiste belirtildiğine göre bir kimse bir iyiliği yapmak isteyip karar verince ”hemm" o kimseye, bir hasene iyilik yazılır. Bir seyyie'ye, kötülüğe hemm (karar verilmesin)den dolayı seyyie, kötülük yazılmaz, beklenir. Şayet ona azm eden kişi, Allah için o kötülüğü işlemez, terk ederse onun için o da bir hasene sevap olarak yazılır. Şayet hemm (azm) ettiği gibi yaparsa, bir tek seyyie, günah yazılır. Daha doğrusu insan için yalnız fiili yazılır.

Azm kısmına gelince. Muhakkiklere göre insan ondan dolayı sorumludur.

Ayetin, ”Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme" kısmıyla kötü huyların

Dokuzuncusu olan zulüm'e işaret vardır. Zulüm: Bir şeyi, konulması gereken yerinden başka bir yere koymaktır. İnsanın, organlarını emredilenin dışında kullanılması bu manada bir zulüm sayılır.

Kulakların gıybet, yalan ve iftira gibi şeyleri dinlemekte kullanılması, kulakların zulmüdür.

Gözlerin zulmü, haram olan şeylere bakmaktır. Dünyalık bakımından kendisinden üstün olana bakıp ona imrenmesi, din bakımından da kendisinden aşağı durumda olana bakıp amellerini azaltacak davranışlara sapması, dünyevî zinet ve süslere bakması da yine gözlerin zulmüdür.

37

Yer yüzünde böbürlenerek dolaşma. ”Merahan" kelimesi, kibirlenmek, böbürlenmek anlamınadır. Âyet-i kerimede, kibirle büyüklenerek yürümek yasaklanmıştır.

Çünkü sen ağırlık ve azametinle

ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin. Âyetteki ”tûl" (uzunluk, ululuk,) mağrur olan kişinin zoraki olarak kendini yüksek ve uzun göstermeğe çalışmasıdır ki, burada kibirli kişi ile istihza edilmiş ve böbürlenmenin yasaklanmasının da sebebi gösterilmiş oluyor. Çünkü, kibirlenme ahmaklıktan başka bir şey değildir, insan kibirlenme ve büyüklerime ile hiçbir fayda temin edemez.

Kibir, kötü huyların da onuncusudur. Büyüklüklenerek yürümek de, kibirdendir. Bu sebeple açıklamaya çalıştığımız bu ayette kibrin, tevazu ile değiştirilmesine işaret edilmektedir.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh): ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan daha güzel hiçbir kimseyi görmedim, O, yürürken yer yüzü sanki onun için duruluyordu, yürürken biz kendimizi zorlarız, halbuki o, çok rahat olarak yürürdü" demiştir.(12)

38

Bütün bu sayılanların kötü olanları, ki bunlar

Rabbinin nezdinde sevimsizdir. Âyette ”sevimsiz" olarak tercüme edilen ”mekruh" kelimesi, buğzedilen anlamında olup ”merdî-razı olunan" kelimesinin karşıtıdır. İradenin karşıtı değildir. Çünkü bütün hadiselerin ilâhî irade ile meydana geldiğinde kesin deliller vardır.

39

İşte bunlar, genişçe anlatılan sorumluluklar

Rabbinin sana vahy ettiği hikmetlerdir. O hikmetler, ilâhî hükümleri ve Hakkı bilmektir. Yahut, nesh’in ve fesadın kendisine yol bulamıyacağı sağlam hükümlerdir.

Allah ile birlikte başka ilâh edinme. Burada hitap, her nekadar Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise de ondan başkası kast edilmiştir. Bu hitap, 22. âyette geçtiği hakle burada tekrar edilmesi, tevhid’in ilâhî emrin başlangıcı ve nihayeti olduğunu tenbih içindir. Kasıt ve niyeti olmayanın ameli bâtıldır. Bir işi Allah'ın rızâsından başka bir maksatla yapanın emeği zayi olur.

Sonra yasaklanmış ve Allah'ın rahmetinden

kovulmuş olarak cehenneme atılırsın. Burada yasaklanmıştan maksat, insanın kendi tarafından, melekler ve diğer insanlar tarafından kmanmasıdır. Allahü teâlâ, burada, kendisine şirk koşanı tahkir için ele alınıp yakılmak için fırına atılan oduna benzetmiştir. Tevhid, iyiliklerin aslı olduğu gibi, şirk de kötülüklerin aslıdır.

Yahya b. Muaz: ”Dünya ancak senin zikrinle güzeldir. Âhiret ancak senin atfınla, cennet de ancak sana kavuşmakla güzeldir" demiştir.

Hadisi şerifte: ”Dünya ve içindeki her şey mel'undur, ancak Allah'ı zikretmek ve ona yakın işler ile âlim olan ve öğrenen kimse müstesnadır."(13)

40

Ey müşrikler!

Rabbiniz erkek çocukları size ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocukları mı edindi? Müşrikler kız çocuklarını istemezlerdi. Kendileri için erkek çocukları seçer: ”Melekler Allah'ın kızlarıdır" derlerdi. Bunun için bu hitap onlara yöneliktir. Allah (celle celalühü) sizi kendinden üstün sayarak, size en değerli oğlan çocukları verdi de, kendisi için de en değersiz olanları mı tercih etti!" anlammadır. Nitekim: ”Demek erkek size, dişi O'na öyle mi?" (Necm: 21) buyrulmuştur.

Gerçekten siz, vebali

çok büyük bir söz söylüyorsunuz, Nefret ettiğiniz kız çocuklarım Allah'a isnad ediyorsunuz, kendinize erkek çocukları seçiyorsunuz ve yaratılmışların en şereflilerinden olan melekleri dişilikle niteliyorsunuz, böylece kimsenin cür'et edemiyeceği, vebali çok büyük bir söz söylüyorsunuz.

41

Kiz, onların akıllarını başlarına getirmek için söyledikleri şeylerin bâtıl ve yanlış olduğu gerçeği üzerinde düşünüp durmaları için

bu Kur'an'da çeşitli uyarıları

türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat butürlü türlü ikaz ve ihtarlar,

onlara daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor.

42

De ki: 'Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar, Arş'ın sahibi, mutlak olarak Rububiyet ve mülk sahibi

olan Allah'a ulaşmak (ve ona galip gelmek) için çareler arayacaklardı.' Ona karşı galip gelmek ve kendilerindeki ayıp ve aczi gidermek için çareler ararlardı. Bazı kı rail arın diğer bazılarına karşı yaptıkları gibi.

Bu âyet, şu gerçeğe işaret etmektedir: Farzı muhal olan ilâhlar, ya ondan daha büyük oldukları farz edilir, ya onunla eşit, veya ondan daha küçüktür. Daha büyük oldukları farz edilse. Arşın sahibi olan Allah'ı zorlayarak (haşa) mülkünü elinden zorla alarak kendileri sahip olmak isterler. Şayet eşit güç ve kuvvette oldukları farz edilse, kendilerinin meliklikten azledilmelerine ve onlardan birinin hükümdar olmasına razı olmazlar, bu takdirde hükümdarlık konusunda kavgaya tutuşurlar. Şayet, O'ndan daha aşağı durumda oldukları farz edilse, noksanlıkları sebebi ile uluhiyete lâyık olamazlar. Mutlak kemal sahibi bir Rabbin bulunması sebebiyle nakıs'ın ilâh olması mümkün olmaz.

43

Allah, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir. Yani, onların: ”O'ndan başka ilâhlar var, melekler onun kızlarıdır," gibi bâtıl sözlerden, mülk ve rububiyet sahibi olan Yüce Rabbimiz ne kadar uzaktır ve

son derecede yücedir ve uludur. Bu ululuğun ötesinde bir sınır yoktur, ululuğu sonsuzdur. Nasıl nihayetsiz yüce olmasın ki, O'nun varlığı sonsuzdur. Onların isnad ettikleri şeyler adem, yokluk mertebelerinin en aşağı ve basitidir. Yani onların isnad ettikleri şeyler Zatı ilâhî hakkında mümtenidir, imkânsızdır.

İyi bil ki, gerçekten Allah (celle celalühü) zatında bir, sıfatında tektir. Şirk, ortaklık ise bir vehimden gelir.

El-Dîne veri, Hazret-i İbrahim’in duası olan: ”...Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut" (İbrahim: 35) âyetinin tefsirinde: ”Onlardan bir kısmı var ki, putları kendi nefisleridir." Nitekim Allahü teâlâ : ”Gördün mü arzu ve hevesini ilâh edineni!..." (Furkan: 43) buyurmuştur. Kiminin putu eşidir. Onu sever ve ona itaat eder, kiminin putu ticarettir. Allah'a itaati terkeder, ticaretine güvenir.

Anlatıldığına göre Malik b. Dinar (radıyallahü anh), namazda: ”Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" (Fatiha: 5) âyetini okurken, bayılmıştı da sebebi sorulduğunda: ”Yalnız sana ibadet ederiz" dediğimiz halde, nefislerimize itaat etmekle he va ve hevesimize kulluk ediyoruz. ”Yalnız senden yardım dileriz" deriz de O'nun kapısından başkalarının kapılarından medet umarız" demiştir.

44

Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder. Tesbih, hakkı tenzih etmek, sonradan olan ve mümkün bulunan şeylerin noksanlarından uzak saymaktır. Yerin ve göklerin Allah'ı tesbih etmeleri, hal dili ile yaratıcının kudret ve hikmetinin varlığına işaret etmesidir. Gökler ve yerdekilerin tesbih etmesi ise ki, onlar: Melekler, cinler ve insanlar olup Allah'ı dilleriyle tesbih ederler. Buradaki tesbihten maksat, hal ve konuşan lisan ile ifade edilebilen muntazam manadır.

O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Gerek hayvan gerek nebat ne varsa mutlak bir yaratıcıya, O'nun kudret ve hikmetine delâlet eder.

Ne var ki, siz, onların tesbihini anlamazsınız. Ey müşrikler! tesbihin anlaşılabileceği sağlam anlayışı kaybettiğiniz için onların tesbihlerini anlamazsınız.

O, halimdir bu sebeple siz, delilleri düşünmekten yüz çevirerek şirke saptığınız halde O, size azap etmekte acele etmedi. Sizlerden tövbe edip tevhide dönenleri

bağışlayıcıdır.

Semerkantlı Şeyh Ali, ”Bahrü'l-Ulûm" adlı eserinde: ”Salih selefimizin görüşü şudur: Ayetteki tesbih iki yerde de hakiki manasında kullanılmıştır ki, esas olan da budur. Şayet cansızların, konuşması kabul ediliyorsa, tesbih edebilecekleri de kabul edilmelidir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Ben peygamberlikle görevlendirilmeden önce Mekke'de bana selâm veren bir taş bilirim ki, şu anda dahi hangi taş olduğunu biliyorum' buyurmuştur."

İbni Mesûd (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde yemekte olduğu yemeğin tesbih ettiğini duyardık" demiştir. Nitekim, insan organlarının ve cildinin şahitlik edeceğini Kur'an-ı Kerim bildirmiştir: ”Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? derler. Onlar da; her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu..." (Fussılet: 21) Ve ”O gün, onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayaklan da şahitlik eder." (Yasin: 65) âyeti keriyle bu gerçek ifade edilmiştir.

İbni Abbas (radıyallahü anh): ”Doğrusu Biz, akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik, hepsi ona yönelmiştir. ” (Sad: 18-19) âyetlerinin, tefsirinde: ”Dâvud (aleyhisselâm), tesbih ettiğinde, dağlar ona tesbih ile cevap verirlerdi" demiştir.

Mücahid de: ”Canlı cansız şeyler. Allah'ı tesbih ederler." Tesbihleri de: ”Sübhanallahi ve bihamdihi" (Allah'ı tesbih ve O'na hamd ederim.) şeklindedir," demiştir.

Fethü'l-Karîbi’l-Mûcib'de denilmiştir ki: ”Cansız varlıkların tesbihi ile bereket hasıl olursa, zikirlerin en şereflisi olan Kur'an-ı Kerimle bereketin meydana gelmesi daha lâyıktır, özellikle de sâlih bir kişi tarafından okunacak olursa.., Bu sebeple âlimler kabrin başında Kur'an-ı Kerim okumayı güzel gömmüşlerdir.

Güzel kokulu, yeşilliğini sürekli koruyan bitki ve ağaç fidanı kabirin kapısına veya lahid yönüne dikilebilir mi? Cevap: Kabrin hangi yerine dikilirse dikilsin, hadisi şerifte mutlak manada dikilmesi tavsiye edildiğine göre maksat hasıl olur."

Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'deki mescidinde bir hurma ağacı gövdesine dayanarak hutbe irad ederlerdi. Sonra, birisi üç basamaklı bir minber yaptı. Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem), minbere çıkıp hutbe irad edince, hurma ağacı ağlayıp inlemeye başladı. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), minberden inip hurma kütüğüne mübarek elini koyunca iniltisi kesilip sakinleşti.(16)

Ebû Zer (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın (radıyallahü anh) da bul unduk lan bir mecliste oturup eline yedi çakıl taşı aldı ve avucunun içine yerleştirdi. Çakıl taşlarının tesbih ettiklerini, hatta an vızıltısı gibi bir ses çıkardıklarını duydum. Sonra onları Hazret-i Ebû Bekir’in eline verdi, onun elinde de tesbihlerini ve arı sesi gibi bir vızıltı çıkardıklarını işittim. Sonra Hazret-i Ömer’in eline koydu. Daha sonrada Hazret-i Osman'ın eline koydu. Taşların, onların elinde de aynı şekilde tesbih ettiklerini ve arı sesi gibi bir vızıltı çıkardıklarını duydum." (17)

Abdullah el-Kurtubî'nin anlattığına göre: ”Davud (aleyhisselâm): 'Bu gece, Allah'ı yarattıklarından hiç kimsenin yapmadığı bir tesbih ile tesbih edeceğim,' dedi. Hemen, bir su arkından bir kurbağa: 'Allah'a karşı tesbihinle mi iftihar ediyorsun, ben yetmiş yaşındayım ve Allah'ın zikrinden dilim kuramamıştır.' diye seslendi."

Özet olarak cansız varlıkların tesbih etmesi imkânsız değil, aksine imkân dahilindedir. Harikulade şeyleri, inkâr edenlerden başkası bunu inkâr etmez.(18)

45

Biz, Kur'an okuduğun zaman, sana indirilen Kur'an âyetlerini tilâvet ettiğinde

seninle âhirete inanmayanların arasınaki onlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Kureyş müşrikleridir,

gizli bir perde çekeriz. Yapmakta olduğun Risalet görevini idrak etmelerini ve senin yüce değerini anlamalarını perdeleyecek, hissedilmeyen ve görülmeyen, bir perde çekeriz. Bu sebeple: ”...Siz ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız" (Furkan: 8) demek cür'etini gösterdiler.

46

Ayrıca, onu, Kur'ân'ı

anlamamaları ve Allah katından olduğunu bilmemeleri

için kalplerine bir kapalılık... ”Ekinneh" kelimesi, ”kimin" kelimesinin çoğuludur. Perdeler, örtüler anlamına gelir.

Bahrü'l-Ulûm'da belirtildiği gibi, onların, Kur'an'ın tamamını anlamaktan ve Allah tarafından indirildiğini bilmekten hoşlanmadıkları için kalplerine bu örtü çekildi. Tıpkı kalplerinin üzerine kılıflar geçirilmiş ve perdeler örtülmüş gibi. Haktan mahrum ve kabulden âciz oları gönüllerine Kur'ân'ın yerleşmesini bu kılıf ve perdeler engelliyor.

Ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Kur'an'ı işitmeye mani bir sağırlık veririz. Kur'ân-ı Kerim, lafzı ve manası ile muciz bulunduğundan, inkâr edenlerin, manasını hakkıyla anlamalarına, lafzını gereğiyle idrak etmelerine engel olan şeyi isbat etmiş oluyor,

Sen, Kur'an'da Rabbinin birliğini yad ettiğinde, O'nun tek olduğunu, putlarının bâtıl olduğunu, yani Allah'tan başka ilâh yoktur, dediğin zaman

onlar, canları sıkılmış bir vaziyette, geri dönüp giderler. Nefret ettikleri halde yüz çevirip döner, kaçarlar.

47

Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, seninle ve Kur'an'la alay ve istihfaf etmek suretiyle dinlerler.

Rivayete göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'an okuduğu zaman. Abdü'd-Daroğullarından iki kişi sağında, iki kişi de solunda durarak el çırparlar, ıslık çalar ve şiir okuyarak karışıklık ve kargaşa çıkarırlardı.

Âyetteki : Seni dinlediklerinde... ” zarfı va'îd ve inzâr'ı pekiştirmektedir.

Kendi aralarında faydasız şeyleri yaparken ve bunları

fısıldaşırken de o zalimlerin: 'Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz! ' dediklerini çok iyi biliriz. Âyetten anlaşılmaktadır ki, onların bu söyledikleri bir zulüm ve haddi tecavüz olup, fısıldaştıkları şey, dinledikleri Kur'an'dan başka bir şeydir. Onların, Hazret-i Peygamber için ”Peygamber oldu" demek yerine, ”sihire maruz kaldı" demeleri de zulüm ve haksızlıklarının bir başka ifadesidir.

48

Baksana; senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Seni, şaire, deliye ve sihre uğramış kişiye benzettiler.

Bu yüzden, sapmışlardır, doğru ve saadeti kesin olan yoldan öyle uzaklaştılar ki,

artık bir yol da bulamamaktadırlar. Bir tek kişinin kabullenemeyeceği bir hataya düşüp nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını bilmeyen şaşkına döndüler. Veya doğru ve hak yoldan saparak ona gidecek yol bulamaz hale geldiler. Çünkü onlar, inkâr ve sapıklıkta ısrar ettiler, evvelkilerin hikâyelerini, efsanelerini, sihir ve şiirlerini dinliyorlardı.

49

Bir de onlar dediler ki: Mekke'lilerden öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden müşrikler, topraktan, hatta hiçbir şey değil iken ilk yaratılışlarını unutarak: ”...Daha önce, sen hiçbir şey değil iken seni de yarattım" (Meryem: 9) âyetinde buyrulduğu gibi, insan, hiçbir şey değil iken Allah onu yoktan var etti. Ancak insan bu ilk yaratılışını unuttu da:

'Sahi biz, bir kemik yığını ve ufalanıp toprak olmuş iken, yepyeni bir yaratılışla diriltileceğiz, öyle mi?' Parçalanıp iyice ufaklıktan sonra ölümün hayata dönmesi, öldükten sonra dirilmek muhaldir, imkânsızdır. Çünkü, hayattan eser kalmamış, kemik de kurumuştur ve çürümüştür, anlamınadır. Dirilmeyi, çürümüş kemik ve ufalmış toprak olma zamanı ile kayıtlaması, öldükten sonra dirilmeyi inkârı güçlendirmek içindir.

50

Onlara cevap olarak:

De ki: 'İster taş olun ister demir!

51

İsterse aklınıza yeniden dirilmesi

imkânsız gibi görünen her hangi bir yaratık!' Bunlar Allah'ın sizi yeniden diriltmesini güçleştinnez. Şüphe yok ki, siz tekrar diriltileceksiniz. Buradaki emir, benzetme olarak gelmiştir.

Kevasi de: ”Bu emir, kınamak ve âciz bırakmak içindir, yerine getirilmesi için değildir" denilmiştir.

Bahru'l-Ulûm’da: ”Âyetteki emir, hakikat değil, mecazî anlamdadır. Maksat, onlara hakarettir ve önem vermemektir, yoksa onların taş veyahut demir olmalarını istemek için değildir. Çünkü onların buna gücü yoktur. Onlara göre önemli olan gökler ve dağlardır," denilmiştir. Tekrar yaratılmasını imkânsız gibi gördükleri şey ise gökler ve dağlardır.

Diyecekler ki: 'Bizi tekrar kim diriltir?', öldükten sonra kim diriltecek?

De ki: 'Sizi ilk kez yaratan.' Sizi, yoktan var eden ve icad eden yüce ve kadir olan Allah hayata döndürür. Sizin bir örneğiniz, olmadığı ve hayatı koklamamış toprak bulunduğunuz halde yarattı. O yoktan var eden ve öldükten sonra tekrar diriltendir.

Bunun üzerine onlar taaccüp ve inkâr ile

sana başlarını sallayacak ve alaylı bir tarzda: 'Ne zamanmış o?' diyecekler. Daha önce, diriltilecek olan tayin edildikten sonra burada tekrar diri İti İm enin zamanı sorulmaktadır.

De ki: 'Yakın olması gerek,' Çünkü, her gelecek yakındır. Yahut, zamanın çoğu geçmiş, çok azı kalmıştır, anlamındadır.

52

Allah sizi çağıracağı gün, sizi, yokluktan çağırdığı gibi kabrinizden çağıracak, siz de dirilerin icabeti gibi

kendisine hamd ederek çağırısına uyarsınız. İşte böylece sizi dirilteceği günü hatırlayın. Buradaki; çağırmak ve çağınya uymak hakîkî manasında değil istiare yoluyla kullanılmıştır.

Ebu Havyan: ”Buradaki çağırma istiare şeklinde bir benzetme değil gerçektir. Yani, size duyuracağı bir sesle çağıracaktır ki, o da sûra son üflemedir. Nitekim: ”Seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver," (Kaf: 41) buyrulmuştur."

"Çağrısına uyarsınız" sözünün anlamı: ”Davetçiye, davet edildiğiniz şeyde muvafakat edersiniz," demektir. Müfessiilerin bir kısmı: ”Çağrısına uyarsınız" sözünden maksat, hesaba çekmek ve cezalandırmak üzere onları hazır bulundurmaktır.

Bu fakirin görüşüne göre, bu çağırmanın çok kez olacağı açıktır; öldükten sonra diriltmek için çağırma ve mahşerde toplamak için çağırmak gibi. Nitekim; ”ve davetçiye koşarak kabirlerinden çıkarlar," (Kamer: 8) âyetindeki çağırma bu kabildendir. Yine Kitab'a davet: ”O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağrılır" (Casiye: 28) âyetinde bildirilen davet gibidir. Burada sözü edilen davet ise ilk davettir. Çünkü konu diriltme konusudur. Onlar da öldükten sonra diriltmeye kadir olan Allah'a hamd ederek, Saîd b. Cübeyr’lıı dediği gibi ”Onlar başlarından toprağı silkelemekte iken 'Sübhaneke Allahümme ve bi hamdike' sana tesbih ve hamd ederim, Allah'ım, diyerek, onlara bu tesbih ve tahmid’in fayda vermeyeceği o anda Allah'ı (celle celalühü) tahmid ve takdis ederler. ”

Kevaşîde: ”Bi hamdihî" O'nun iradesi ve emri ile anlamındadır, denilmiştir.

Ve dirilmeden önceki halinizde, kabirde veya dünyada

çok az kaldığınızı sanırsınız. Diri klikten sonra sonsuza kadar beklemeye nisbetle, çok az kalmış olduğunuzu sanırsınız.

Denilirse ki, her insan ömürlerin en uzununu yaşasa dahi, dünyada yaşamış olduğu ömrü azımsayacak mıdır? Cevap: Bu azımsama, uzun ömrün süresini bilmesine rağmendir, kıyamette ise, tehlike ve korkuların şiddetinden süreyi düşünecek durumda olmayacaktır.

53

Ey Rasülüm Muhammed! Mü'min

Kullarıma söyle! Müşriklere konuşmaları esnasında

(sözün) en güzelini konuşsunlar. Onlara katı davranmasınlar. Nitekim, ”...ehli kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin..." (Ankebut: 46) buyrulmuştur.

Sonra şeytan aralarını bozar. İfsat eder, şerri tahrik eder. Mu’minler onlara sert davranırsa, bu, onları inada, fesadın ve bozgunculuğun artmasına götürür.

Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanı dır. Onların iyilik ve mutluluğunu hiçbir zaman istemez, mahvolmalarım ister. İnsanlara olan düşmanlığını, babalarını cennetten çıkarmak ve nurdan olan elbisesini soymakla açığa vurmuştur.

54

Rabbiniz, sizi en iyi bilendir. Ey müşrikler! Sizi benden daha iyi bilen Rabbiniz

dilerse imana ulaştırmakla

size merhamet eder. Dilerse kâfir olduğunuz halde öldürerek,

sizi cezalandırır. Bu önceki âyette geçen ”sözün en güzelini konuşsunlar..." kısmının tefsiridir.

Beydâvî ve Ebu’s-su’ûd'a göre mana şöyledir: ”Onlara bu güzel sözü ve benzerini söyleyin, onların cehennem ehli olduklarını açıklamayın, çünkü, bu onları kötülüğe teşvik eder, insanın sonu ise, Allah'tan başkasının bilmediği şeylerdendir. Umulur ki, Allah onları imana sevk eder."

Cumhura göre ise: ”Sözün en güzeli..." nden maksat, anlam bakımından güzel konuşma, demektir. ”Dilerse size merhamet eder ”den maksat müminleri Mekke kâfirlerinin tecavüzünden ve eziyetlerinden kurtarır, demektir. ”Dilerse sizi cezalandırır''dan maksat ise, onlara kâfirleri musallat eder, demektir.

Bu durumda, ”Rabbiküm" ile hitap, mü’minlere yöneltilmiş olur. Müşriklere değil.

Ey Rasülüm Muhammed!

Biz, seni onların üstüne bir vekil olarak gönderin edik ki onları imana zorlayasın. Öyleyse onlara hoşgörülü davran. Ashabına da onlara tahammülü ve hoşgörülü olmayı emret.

55

Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Seçilip önemli görevlere getirilmeye ehil olduğunu gösteren gizli ve açık kabiliyetlerini bütün tafsilat ve ayrıntılarıyla bilir ve müstehak olanları nübüvvet ve velayete seçer.

Bu âyet, Kureyşin, kendileri dururken, kendi uluları değil ele Ebu Talib’in yetimi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamber olmasını; Suhayb-i Rûmî, Bilâl-i Habeşî ve Habbab b. Eret gibi aç ve çıplakların ve benzerlerinin onun ashab'ı olmasını, akıllarına sığdıramayışlarını red etmektedir.

Gerçekten Biz, peygamberlerin kimini kinimden üstün kıldık.

Bu üstünlük, aralarındaki derece farkı, ümmetlerinin çokluğu, mal bolluğu gibi maddî sebeplerden dolayı olmayıp, ruhî ve manevî faziletler yönündendir. Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm)'un bile şeref ve fazileti, kendisine vahyedilen Zebur iledir, ona verilen mülk ile değildir.

Fazilet ve üstünlük, bir peygambere kitap, risalet, ilâhî dostluk verilmesi, Kelîmullah kılınması, miraç ve umumî şefaatin verilmesi ve Cenabı Hakkın kendi cemalini göstermesi gibi bazı mazhariyetler iledir. Nitekim: ”İşte biz o peygamberlerden bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan kinliyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti..." (Bakara: 253) buyrularak bu konu teyid edilmiştir. Bu, Kur'anın Kur'an âyetiyle tefsir edildiğine de bir örnektir.

Davud'a da Zebur'u verdik. Faziletini arttırmak için Zebur'u ona gönderdik. Âlimler, Davud (aleyhisselâm)'a verilen Zebur 150 sûreden ibaret olduğu halde helâl ve harama ait bir tek hüküm, farz veya had (cezaya ait hüküm) bulunmayıp, tamamı duâ, tahmîd ve temcidden ibarettir.

Bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i Allah, ümmetinin sayısını çoğaltmakla faziletini arttırmış ve şereflendirmiştir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Cennet ehli, yüz yirmi saf olup, bunların seksen safı benim ümmetimdir." buyurmuştur.

Camiu'l-Usûl de İbni Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir grup insan oturup müzakere ediyor ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanlarına çıkmasını bekliyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, çıkıp yanlarına yaklaşınca müzakerelerinin şu mealde olduğunu işitti: Bir kısmı: ”Hayret, Allah, yarattığı insanlardan İbrahim’i dost edindi" diyorlardı. Diğer biri de: ”Bu. Mûsa'nın kelâmından daha şaşılacak bir şey değil. Allah, onunla gerçekten konuştu" dedi. Bir diğeri: ”Bu. Allah'ın Hazret-i İsa'yı kelimesi ve ruhu kılmasından daha hayret verici bir şey değil." dedi. Bir diğeri de: ”Adem (aleyhisselâm)’in Allah tarafından seçilip âlemlere üstün kılınmasından daha hayret verici bir şey olur mu?" demişlerdi.

Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), ashab'ına selâm vererek dedi ki: ”Sizin konuşmanızı ve hayret ettiklerinizi duydum. Şüphesiz ki, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Allah'ın dostudur. Mûsa (aleyhisselâm), Allah'ın sırdaşıdır, Hazret-i Isa da Ruhullah ve Kelimesidir. Hepsi sizin dediğiniz gibi hayret vericidir. Ama, dikkat ediniz, ben Allah'ın Habibiyim, sevgili dostuyum, ama övünmem. Ben kıyamet gününde Hamd isimli sancağı taşıyacağım, ama övünmem. Ben evvelkilerin ve sonrakilerin Allah nezdinde ikrama en lâyık olanlarıyım, ama övünmem. Ben cennet kapısının halkasını ilk hareket ettirecek olanım. Allah cenneti hana açarak ve ben yanımda muhacirlerin yoksulları bulunduğu halde gireceğim. Ama övünmem, iftihar etmem. ”

56

De ki: 'Allahtan başka melekler, Hazret-i İsa, onun annesi Meryem ve Üzeyr gibi, Allah'ı bırakarak

tanrı sandığınız şeylere yal varın. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler. Hastalık, yoksulluk ve kuraklık gibi şeyleri giderebilirler

ne de onu değiştirebilirler.' Onu sizden başka bir topluluğa yöneltemezler. Buna güçleri yetmez.

57

Onların yalvardıkları bu varlıklar, Müşriklerin duâ ettikleri ilahlar

Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. İbadet ve taatla ona yakın olmak isterler. Yalvaçlıklarınızdan Allah'a daha yakın olan, kendisini Allah'a yaklaştıracak bir vasıta ararken, onlardan daha aşağı olup hiçbir ilgisi ve yakınlığı olmayanın onlara ne faydası dokunacak?

O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Diğer kullar gibi ilâhî azaptan kendileri korkup dururlarken başkalarının sıkıntısını nasıl uzaklaştırsınlar?

Çünkü Rabbinin azabı, sakınmaya değer. Her ferdin, hatta meleklerin ve peygamberlerin sakınmaları gereken bir azaptır. İsyankarlar, tam bir gaflet içinde bulundukları için her ne kadar sakınmıyorlarsa da... Akıllı kişi, mazereti bırakıp Kahhâr olan Allah'ın yakalayıp azap etmesinden sakınıp kaçınmalıdır.

Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bıçaklandığı zaman, İbni Abbas (radıyallahü anh), ona: ”Ey mü'minicrin Em iri! İnsanlar küfür içinde iken sen iman ettin, Rasûlüllah'ı insanların yalnız bıraktıkları zaman sen onunla beraber eihad ettin. Rasûlüllah, senden razı olduğu halde ebediyete intikal etti. Sana karşı haklı olarak iki kişi dahi muhalefet etmedi ve şehid olarak ebediyete intikal ediyorsun. Öyle ise korkma, huzur içerisinde ol!" dedi.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): ”Aklanan kişi sizin gurura sevk ettiğiniz kimsedir. Vallahi güneşin üzerine doğduğu varlıklar benim olsa, kıyamet gününün dehşet ve tehlikelerinden kurtulmak için verirdim." demiştir.

Bazı hakimler: ”Hüzün, insanın iştahını kaçırır, yemek yedirmez. Allah korkusu günaha engeldir; reca (ümit), ibadet ve taate güç verir. Ölümü hatırlamak, insanı takvaya götürür; fazla şeylerin peşinde koşmaktan alıkoyan Havf ile reca (umut ile korku), Allah'tan gelir. Zira, Mabudumuz iyilik ve cömertliği, ihsan eder." demişlerdir.

58

Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edecek, yerin dibine geçirmek suretiyle beldeleri helak edeceğiz veya helaki gerektiren büyük günahları irtikap etmeleri sebebiyle, ülke halkının tamamını nıahv edeceğiz. O günkü helak olayı, yalnız sakinleri inkarcı olan ülkelere veya ceza sebebiyle helake müstehak olan yerlere mahsus değildir. Dünyanın ömrü bitmiş olması sebebi iledir.

Veya en çetin bir şekilde azaplandıracağız. O ülkenin sakinlerini, halkını ölüm, kuraklık ve depremler gibi dünyevî belâlar ve uhrevî azaplarla azaplandıracağız. Çünkü azap etme, hem dünya, hem de âhirele şamildir.

Âyetteki azaplandırma, mutlak olarak zikr edilmiştir. Helak etmenin ise, ”kıyamet gününden önce" ifadesiyle kayıtlanmıştır. Bir çok ülkenin isyankâr sakinlerinin cezaları âhirete ertelenmiştir. Ebussuud'un da görüşü budur. En güzel tefsir, âyetteki ”helak etmeyi" de ölümden daha şiddetli çeşitli belâlar şeklinde anlamaktır.

Bu, helak etme ve azap etme

kitapta yazılıdır. Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla levh-i mahfuz'da yazılmıştır.

59

Bizi, mucizeler göndermekten alıkoyan tek şey, Ölüleri diriltmek. Safa tepesini altına çevirmek, Mekke dağlarını kaldırarak araziyi ziraate elverişli hale getirmek ve bağ bahçelerin oluşması için nehirler akıtmak gibi Kureyş’in istediği mucizeleri göndermekten bizi alıkoyan şey

öncekilerin onları yalanlamış olmasıdır. Yani, anılan mucizeleri göndermekten Bizi alıkoyan şey ancak ve ancak Âd ve Semud kavmi gibi evvelkilerin yalanlamasıdır. Karakter itibariyle Kureyş de onlar gibidir. Şayet mucize gönderilmiş olsaydı, evvelkilerin yalanladıkları gibi bunlar da yalanlayacaklardı. Bu sebeple sünnet-i ilâhînin gereği olarak da kökten helak olurlardı. Oysa kesin olarak onları kökten helak etmemek üzere hükmetmiştik. Çünkü, onlardan iman edecek olanlar veya iman edeceklerin ana babalan vardır.

Sonra istenmiş olan mucizeleri yalanlayan bazı ümmetler zikredilerek şöyle buyruldu:

Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Sanki denilmiş oluyor ki, istemiş oldukları mucizeleri göndermekten Bizi alıkoyan şey, önceki milletlerin göndermiş olduğumuz mucizeleri yalanlamalarıdır. Daha önce onlara istedikleri mucizeleri verdik, ama onlar yalanladılar. Nitekim, istemeleri üzerine Semûd'a bir dişi deve verdik.

Onlar ise, bu yüzden zalim oldular. Mucize olarak verilen deveyi, inkâr etmekle yetinmediler, onu öldürmeye kadar işi azıttılar. Kendilerine zulüm ettiler. Deveyi öldürmekle kendilerini felâketin içine attılar. Âyette Semûd'un özellikle anlatılmasının sebebi. Semûd kavminin Arap oluşu sebebiyle Arapların onları iyi bilmeleri ve tanımalarıdır. Çünkü onların helak oldukları yerlerden gelip gittikçe bunun izlerini ve kalıntılarını görmekteydiler.

Oysa Biz istenen

mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. Önce onları kökünden kazıyacak olan azabın öncülerim göndeririz. Şayet bundan korkup kötülüklerinden vazgeçmezlerse azabı göndeririz. Ya da âyetlerden maksat, onlar tarafından istenen âyetler değil, mucizeler ve Kur'an âyetleridir. Buna göre Kur'an âyetleri gibi, gönderdiğimiz mucize ve âyetleri ancak âhiret azabıyla korkutmak için göndeririz. Ve ey Muhammed! Senin kendilerine gönderildiğin ümmetinin azabı senin hürmetine kıyamete kadar ertelenmiştir.

Denilmiştir ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), yaşadığı ve sünneti devam ettikçe, en büyük güvencedir. Ne zaman onun sünnetini tamamen terkederlerse, Allah da onları mahveder. Çünkü, ahir zamanda bu ümmet isyanları kadar dünya azabından nasiplerini alırlar. Depremler, bir takım korku ve tehlikeler ile bulaşıcı ve tehlikeli hastalıklar, fasıkları kötülüklerden engelleyen dünya felâket ve azaplarındandır. Üzerlerine zalimleri musallat etmek de bir azaptır.

Bu sebeple, mü'min için, takva yolunu tutmak ve yaratılmışların en hayırlısı Peygamberimizin sünnetini ihya etmek için koşmak yaraşır.

60

Hani sana: 'Rabbin, insanları ilmi ve kudretiyle

çepe çevre kuşatmıştır' demiştik. O insanlar, O'nun avucunda, kudret elinin içindedirler. Öyle ise ey Habîbim! Hiç kimseden korkmadan görevini yap.

Sana gösterdiğimiz o rüya/görüntüleri ve Kur'ân'da lanetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Ayette geçen, ”görüntüler" diye tercüme ettiğimiz ”Rüya", Peygamberimizin miraç gecesi gördüğü yer ve göklerdeki akılları durduran harikulade şeylerdir.

Gösterilenlerin ”Rüya" kelimesi ile ifade edilmesi ise, geceleyin ve rüya gibi süratle meydana gelmiş olmasındandır. Denilmiş oluyor ki, bizim sana İsrâ gecesinde açıkça gösterdiğimiz, şeyler, insanları denemek için yaptığımız bir imtihandan başka birşey değildir ki birazcık basireti olan hiç kimsenin inkâr edemeyeceği büyük bir mucize olmasına rağmen, insanların bazısı inkâr edip dinden uzaklaşmışlardır.

"Lanetlenen ağaç"tan maksat rahmetten en uzak yerde cehennemin temelinde biten zakkum ağacıdır. Müşrikler:

"Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), cehennemin, taşlan yaktığını iddia ediyor, sonra da orada ağaçların bittiğini söylüyor" dediler. Kendi akıllarını beğenmekle bu iddialarıyla büsbütün sapıttılar. Oysa onlar, devekuşunun ateş korunu ve kızgın demir parçalarını yuttuğunu ve kendisine hiçbir zarar vermediğini görmektedirler. Yine onlar ”semende ” denilen küçük bir hayvan tüyünden yapılan mendillerin ateşe atıldığını ve ateşin ona hiçbir şekilde tesir etmediğini görmektedirler.

Biz onları korkuturuz da, çünkü bu ve benzeri âyetlerle, mucizeler hep onları korkutmak içindir.

Bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz. Şayet onların istedikleri âyetleri, olağanüstü halleri gönderseydik, benzerlerine yaptıklarını onlara da yapar, inkâr ederlerdi. Bu sebeple de onların benzerleri olan topluluklara yapılanlar onlara da yapılır, azab edilirdi. Oysa bu ümmet için umumî felâket ve cezalandırma kıyamete kadar ertelenmiştir.

Müzeni der ki: İmanı Şafiî'yi, ölüm döşeğinde ziyaret ederek:

"Üstadım, nasıl sabahladınız?" diye sordum. İmam: ”Dünyadan, kardeşlerimden ayrılmakta, amelime kavuşmaktayım, ölüm şerbetini içmek üzereyim. Allah'ın huzuruna da çıkmaktayım. Bilmiyonun ruhum cennette mi, yoksa cehennemde mi olacak? dedi ve şu beyti söyledi:

Başıma hangi hal gelecek bilmiyorum:

Çünkü ey nefsim, sen ne zaman öleceğini bilmiyorsun.

61

Meleklere: 'Âdem'e secde edin!' demiştik. Sahip olduğu faziletleri sebebiyle ona ikram ve onu selâmlamak için secde edin demiştik.

İblis’in dışında hepsi secde ettiler. Gecikmeksizin verilen emri yerine getirmek ve Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)’in hakkına riayet etmek için emri yerine getirdiler. Onların ilâhî emri yerine getirmeleri ve yasaklarından sakınmaları, kendileri için ezelî saadetlerine delâlet eder. İblisin ise, kibirlenerek, secdeden kaçınması ve ilâhî emre aykırı davranması onun ezelî şekavetini gösterir.

Şeyh Ali Semerkandî, Bahru’l-Ulûm adlı eserinde: ”İblis, cin cinsinden olduğu halde meleklerden istisna edildi. Çünkü o, meleklerle birlikte secde etmekle emredildi" demiştir.

İblis: 'Ben ateşten yaratıldım.

Çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?' dedi. Böylece. İblis kibir ve itirazı sebebiyle lanete müstehak oldu.

62

İblis, kovulup uzaklaştırıldıktan ve lanete uğradıktan sonra.

dedi ki: 'Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Kendisine secde etmemi emrederek benden üstün kıldığın bu kimseye de bak. Onu niçin benden üstün kıldın, yeryüzünde halife seçtin ve bana, ona secde etmemi emrettin? Ben ondan daha hayırlıyım; çünkü o, çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım.

Yemin ederim ki, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini azdırmak suretiyle

kendime bağlayacağım!' Allah'ın kendilerini koruduğu halis kulları müstesna... Nitekim Sâd sûresinin 82-83. âyetinde de şöyle buyrulmuştur: ”İblis: 'Senin kudretine Yemin olsun ki, onlardan, ihlasa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini azdıracağım,.' dedi."

63

Allah buyurdu: 'Git! İnsanları azdırıp sapıtmak için kötü yoluna devam et. Kastın neyse onu yap. Ya da buradaki ”git" ifadesi ona hakaret ve tehdit için söylenmiştir. Nitekim sözünü dinleyip kabul etmeyen birine: ”Git, kendin için neyi bilirsen onu yap" denilmesi gibi.

Onlardan sana kim uyarsa, iyi bilin ki cehennem hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza! Tam ve kâmil bir ceza ile cezalanırsınız.

64

Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)’in zürriyetinden kime gücün yeterse, vesvesenle şerre ve isyana davetinle yerinden oynat. Allah'a isyan için her davet eden, o şeytanın grubundan, askerlerindendir.

Mücahid, demiştir ki: ”Şarkılarınla, çalgılarınla gücün yeterse yanılt." Şehvanî duyguları tahrik eden çalgıcılar, şarkıcılar İblisin askerleridir.

Ebû Mûsa el-Eş'arî (radıyallahü anh)'nin Kur'an okurken sesini duyan Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Şüphesiz Kur'an okuyan bu kişiye Hazret-i Davud'un nağmelerinden bir nağme verilmiştir," buyurmuştur.'' Hazret-i Davud'un sesinin ve nağmelerinin güzelliğinden dolayı teganniye benzetilmiştir. (Burada ”teganni ” sesi güzelleştirmektir.)

Süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ, mallarına, evlâtlarına ortak ol. ”Mallarına ortak ol" ifadesinden maksat, onları haram yollardan mal kazanmaya ve biriktirmeye, faiz yemeye, israfa, zekâtı vermemeye..." şevket, demektir. ”Evlâtlarına ortak ol" ifadesinden maksat da, onları haram yollardan evlât edinmeye: kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye; çocuklara Abdü’l-Haris (haris’in kulu), Abdu'l-Uzzâ (Uzzâ'nın kulu). Abdü'ş-Şems (güneşin kulu) gibi isimler verdirerek Allah'a ortak koşmaya: sapık ve bâtıl dinlere yönelmeye teşvik et, demektir.

Hikâye edilir ki, İblis yeryüzüne indirilince: ”Ya Rabbi! Beni yer yüzüne indirdin, rahmetinden kovdun, uzaklaştırdın, öyle ise bana bir ev ver," dedi. Cenab-ı Hak: ”Hamamlar evindir," buyurdu. İblis: ”Benim oturacağım bir yerim olsun" deyince de Cenab-ı Hak: ”Boş gezenlerin toplandığı yollar ve pazarlar senin oturacağın yerlerdir," buyurdu. İblis: ”Bana yiyecek ver" dedi. Buna karşılık da: ”Üzerine Allah'ın ismi anılmadan kesilen, yapılan şeyler senin yiyeceklerindir." buyurdu. İblis’in: ”Rabbim! Bana içecek ver" talebine karşı: ”Sarhoşluk veren bütün içkiler senin içeceğindir" buyurdu. ”Bana bir müezzin ver," isteğine karşılık: ”Şehevî duyguları tahrik eden çalgılar," buyurdu. ”Bana okuyacak bir şey ver," isteğine karşılık: ”İnsanı gaflet ve isyana götüren şiirlerdir," buyurdu. ”Rabbim bana konuşacak söz ver!" talebine karşılık: ”Yalan sözler", buyurdu. ”Bana elçiler ver" isteğine karşılık: ”Kâhinler, gaipten haber getirdiklerini iddia edenler," buyurdu. ”Bana insanları avlamak için tuzaklar ver," isteğine: ”Kadınlardır." buyurdu. Bu hikâye Şeyh Ali Semerkandî'nin Bahrü'l-Ulûm adlı eserinde böyle kaydedilmiştir.

Kendilerine vaadlerde bulun.' Cennet ve cehennemin olmadığını haber ver, uzun emel ve arzularla tevbe etmelerini geciktir, putlarının kendilerine şefaat edeceğini vaadet.

Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez. Buradaki şeytandan maksat, şeytan cinsi anlamına olabileceği gibi her insanın yanında bulunan şeytan anlamına da gelir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadis-i şerifinde: ”Sizden her birinizin bir şeytanı var. ” buyurmuştur.

Bahrul-Ulûm’da, bu âyette geçen bu emirler, isyancılar ve suçlulara: ”Siz istediğinizi yapın" sözünde bir tehdit olduğu gibi tehdit yoluyla gelmiştir. Şeytanı rezil ve rüsvay etmek için olduğu da söylenmiştir.

65

'Şurası muhakkak ki, Benim ihlâslı

kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olmayacaktır. Onları aldatmaya ve tasalluta kudretin olmayacaktır. Nitekim. ”Gerçek şu ki, iman edip de yalnız Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde onun bir hakimiyeti yoktur. ” (Nahl: 99) buyurmuştur.

Vekil olarak Rabbin yeter.' Mutluluklarının sebeplerini, düzenlemek ve şekavetlerinin, günahkâr olmalarının sebeplerini de bertaraf etmek için O, kâfidir.

Âyetteki, şeytanın halis kullar üzerinde hakimiyetinin olamayacağının bildirilmesi, onlara hiç dokunamayacağı anlamına gelmez. Nitekim: ”Takvaya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'raf: 201) Âyetinde takvaya eren müminlere dahi şeytanın vesvese ile dokunabileceğine işaret edilmiştir. Ancak, onlar Allah tarafından desteklendikleri için korunmuş durumdadırlar.

Hikâye edildiğine göre, sâlihlerden birine bir Yahudi gelerek: ”Biz Yahudiler kalp huzuru içinde şeytanın vesvesesi olmadan ibadetlerimizi yapmaktayız, sizlerin ise, ibadetlerinizi şeytanın vesvesesine maruz bir durumda yapmakta olduğunuzu işitiyoruz. Bunun sebebi nedir?" diye sormuş. Salih kişi: ”Ey Yahudi! İki evden birinde, altın, gümüş, inci, yakut ve en değerli kumaşlar bulunmaktadır, diğer birinde ise hiçbir değerli eşya bulunmadığı gibi bomboş ve harap bir vaziyettedir. Şimdi bu durumu bilen hırsız bu evlerden hangisine girer?" diye sordu. Yahudi: ”Elbette hırsız mücevherlerle ve en değerli kumaşlarla dolu olan eve girer," cevabını verdi. Salih kişi devamla: ”Bizim kalplerimiz tevhid, marifet, iman, yakîn, takva ve ihsan gibi diğer faziletlerle dolu. Şeytan, bu faziletlerimizden çalmak için gelip bizi meşgul eder. Sizlerin kalpleri bu gibi faziletlerden boş bulunduğu için İblis sizin kalplerinize girmez ve sizi meşgul etmeğe değer bulmaz," cevabını vermiştir. Bunun üzerine Yahudi Müslüman olmuş. Bundan anlaşılıyor ki, şeytan maksadına ulaşamaz. Çünkü Allah, dostlarını kudretiyle korur.

66

Rabbiniz, lütfundan rızık aramanız için denizde gemileri kamil kudretiyle

sizin için yüzdürendir. Doğrusu O, sizin için çok merhametlidir. İhtiyacınız olan şeyleri hazırlamış, elde etme sebeplerinden zor olanlarını kolaylaştırılmıştır. Bu sebeple âyette geçen rahmetten maksat, dünyevî rahmet ve dünyada verilmiş olan nimettir.

67

Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız, kaybolup gider. Kendilerine duâ edip yardım istediğiniz putların tümü hafızanızdan gider, hiçbiri hatırınıza gelmez, başınıza gelen musibeti kaldıracağını umduğunuz yalnız Allah'tır.

O, sizi kurtarıp karaya çıkardığında, yine eski halinize dönersiniz. Tevhidi bırakır, putlara tapmağa dönersiniz, Allah'ın nimetini unutup nankörlük edersiniz.

Zaten insanoğlu nankördür. Ayette müşriklere ”siz nankörsünüz" değil de insan cinsinin nankörlükle damgalı bulunduklarını tescil için ”Zaten insanoğlu nankördür" buyrulmuştur.

68

Siz yeryüzünde emin bir şekilde yaşarken

O'nun sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden, ve böylece helak olmanızdan

Yahut üzerinize taşlar savuran bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Ki, böylece denizde boğulmaktan daha beter olursunuz. Bunun Fil ashabı ve Lût kavminin üzerine yağdırdığı gibi sizin de üzerinize çakıl taşları yağdırır anlamına geldiği de söylenmiştir.

Sonra kendiniz bir koruyucu da bulamazsınız. Sizi koruyacak ve bu musibeti savacak bir hami bulamazsınız. Çünkü, O'nun kaçınılmaz kaderine karşı koyacak yoktur.

69

Yahut O'nun, sizi bir kez daha denize gönderip karaya çıkıp esenliğe erdikten sonra denize girmenizi gerektiren sebepler yaratarak sizi tekrar denize gönderip

üzerinize kırıp parçalamadığı hiçbir şey bırakmayan

bir kasırga yollayarak inkâr etmiş, ortak koşmuş ve kurtulma nimetine karşılık nankörlük etmiş

olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? Sonra, bundan dolayı kendinize Bizi arayıp soracak, size yardım edip başınızdaki musibeti def edecek

bir destekçi de bulamazsınız.

70

Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onların dindarına ve günahkârına şamil kesin bir şan ve şeref..

Bahrü'l-Ulûm’da: ”İnsanlara iman ve salih amel ihsan edilmekle, kendilerine ikram edildiği açıktır." denilmiştir. Nitekim.: ”Kişinin ehli ve evlâdı tarafından tanındığı gibi, mü'min de gökyiizündekiler tarafından öylece tanınır ve o, Allah nezdinde mukarreb bir melekten daha değerlidir." tarzında varid olmuştur.

Onları çeşitli nakil vasıtalarıyla

karada ve denizde taşıdık. Diğer yaratılmışlardan hiçbiri, bu nimete nail olmamıştır.

Kendilerine güzel riziklar verdik. Kendi amelleriyle kazanılan lezzetli nimet çeşitlerini veya kendi amelleri olmadan meydana gelen muhtelif nimetler verdik. Yağ, kaymak, bal, hurma ve diğer tatlılar gibi.

Yine onları, yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.

İyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırdetme, anlama kabiliyeti verdik. Onları ilim ve idrak sahibi yaparak melekler hariç yarattıklarımızın bir çoklarından üstün kıldık. Bu sebepledir ki, Allah'ın nimetlerine şükrederek nankörlük etmemeleri ve aklı başında olanları şöyle dursun en aşağı derecede iyiyi kötüden ayırabilecek kadar aklı olanın bile kabul edemeyeceği üzerinde bulundukları şirki terketmeleri gerekir. İnsan öyle üstün bir varlıktır ki Allah, meleklerin tamamına, Adem (aleyhisselâm)'e tazim etmeleri ve değer vermeleri için secde etmelerini emretmiştir. Aşağı derecede bulunanın yüksek mevkide bulunana secde etmesini emretmek hikmetin gereğidir. Aksi olmaz. Yine Allah (ce), Hazret-i Âdem'e bütün isimleri, eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip ”...Eğer doğru söylüyorsanız, bunların isimlerini bana bildirin, dedi." (Bakara: 31) buyrulmuştur.

Âyetin manasını anlayan herkes bu âyette ilâhî muradın Hazret-i Âdem’i meleklerden üstün kıldığını, onun ilminin meleklerden fazla olduğunu, tazim ve ikrama müstehak bulunduğunu anlar.

71

Her insan topluluğunu, önderleriyle birlikte Burada önderlerinden maksat peygamberleridir. Kendileri: ”Ey Mûsâ ümmeti! Ey İsa ümmeti!" gibi hitaplarla çağrılırlar. Veya önderlerinden, maksat uydukları kitaplarıdır: ”Ey Kur'an ehli! Ey İncil ehli!" gibi hitaplarla çağrılırlar. Veya dinleridir. Kendileri: ”Ey Müslüman, ey Yahûdî, ey Hristiyân, ey mecûsî vb." diye çağırılır.

Çağıracağımız o günde, kimlerin amel defterleri sağından verilirse, ki, onlar mesud olanlardır. Çünkü kişinin kitabının sağından verilmesi ona şeref vermek ve müjde vermektir.

Onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar. Sevinerek açık bir okuyuş ile okurlar ve içinde yazılı iyiliklerden faydalanırlar. Amel defterlerine tescil edilen amellerinden en ufak bir eksilme olmaz, aksine mükâfatları katlanarak verilir.

Âyette geçen ”fetü" çekirdeğin üzerindeki kabuk parçası veya çok az bir şey anlamına gelir. Bu sebeple fetil, azlık ve çok değersiz şeylerde örnek olarak kullanılmaktadır.

72

Bu dünyada doğru yolu bulamayacak kadar kalp ve gönül gözü

kör olan kimse âhirette de kördür. Kurtuluş yolunu görmez. Çünkü, birinci körlük ikincisini gerektirir. Bu sebeple kâfir, cennetin yolunu bulamaz, isyankâr kişi, itaatkârın sevabını, kusurlu olan kişi de kamil insanların makamlarını göremez ve oralara eremezler.

Üstelik iyice yolunu şaşırmıştır! Dünyadaki körden daha da şaşkındır, çünkü, artık hakkı bulma kabiliyeti ve fırsatı kalmamıştır.

73

Onlar, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için neredeyse seni, sana vahyettiklerimizden saptıracaklar ve öyle yaptığın takdirde yani onların arzularına uyar ve senden istediklerini yaparsan

seni candan dost edineceklerdi.

Bu âyetin nüzul sebebi konusunda anlatılan rivayetlerin en sağlamı Kevâşî Tefsiri'ndeki rivayettir ki, müşrikler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, azap âyeti yerine, rahmet âyeti koymasını veya tam tersini yapmasını. Hacer-i Esvedi selâmlarken onların ilâh saydıkları putlarına da dokunmasını istediler. Kendisinin yanında bulunan zayıfları ve yoksulları kovup uzaklaştı mı ası, gibi şeyler talep ettiler. Bu şartlarla kendilerinin Müslüman olabileceklerini ima ettiler. İşte bu isteklerini yerine getirirsen seni candan dost edinecekler. Onların dostluğuna girmenle Benim dostluğumdan çıkmış olurdun.

74

Eğer seni hak üzere

sebatkâr kılmasaydık, ve korumasaydık

gerçekten, nerede ise onlara birazcık meyledecektin. Âyette geçen ”terkenü" fiilinin mastarı ”rükün", meyl'in en azına denir. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, onların kuvvetli aldatmaları ve şiddetli hilelerinden dolayı nerede ise onların istediklerine uymaya birazcık yaklaşırdın. Fakat Biz seni koruduk. Lâkin, ilâhî koruma imdadına yetişti de, çok kuvvetli çekici sebeplere rağmen, seni, onlara en küçük bir meyi ile yönelmekten alıkoydu.

75

O zaman, eğer en ufak bir yöneliş ile onlara meyi etmek üzere yaklaşmış olsaydın,

hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarım kat kat tattırırdık; yani, başkasının bu işin benzerini işlemesi sebebiyle dünya ve âhirette göreceği azabı, katlanmak suretiyle, sana dünya ve âhirette tattırırdık. Çünkü önemli bir kimsenin hatası büyük kabul edilir.

Sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın. Azabı senden uzaklaştıracak bir yardımcı bulamazdın.

76

Yine onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getirecekler. Düşmanlıkları ve hileleriyle seni yurdundan koparıp içinde bulunduğun Mekke'den çıkaracaklar.

Denilirse ki: ”Biz halkı seni yurdundan çıkaran şehirden daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik, fakat onlara bir yardım eden çıkmadı." (Muhammed: 13) âyetinde belirtildiği. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Medineye müteveccihen Mekkeden çıkarken: ”Vallahi ben elbette biliyorum ki, ey Mekke! Sen beldelerin Allah'a en sevimli olanısın. Şayet içinde oturanların beni çıkarmamış olsalardı seni terk edip çıkmazdım," hadisinden anlaşıldığı gibi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i Mekkeden çıkarmışlardı. Buna rağmen izahı yapılan bu âyette çıkaracaklarından bahsediliyor, sebebi nedir?" Cevaben deriz ki, bu âyetin nazil olduğu sırada çıkarma olayı daha tahakkuk etmemişti. Sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın izniyle Medineye hicret etmişti. Hicretten önce de müşrikler O'nu çıkarmak için çok taciz ediyor, sıkıştırıyorlardı.

O takdirde yani sen çıkarıldıktan sonra

senin ardından kendileri de fazla kalamazlar. Senin çıkarılmandan sonra onlar da ancak az bir zaman için kalabilirler. Nitekim öyle oldu, Peygamberimiz hicret ettikten sonra yapılan Bedir savaşıyla onlar mahvedildiler. Hicretin sekizinci yılında Mekke' nin fethiyle Mekke'ye hakimiyetleri sona erdi ve bu mucizeli haber de gerçekleşmiş oldu.

77

Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimiz hakkındaki kanını da budur. Allah (celle celalühü), bir kanun koymuştur, o da, peygamberlerini aralarından çıkaran her ümmeti helak etmektir.

Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın. Aralarından peygamberlerimizi çıkaran ümmetleri helak etmeye dair âdet ve kanunumuzda bir değişiklik bulamazsın.

78

Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz kıl; güneşin zevalini takib eden vakitten veya güneşin batışını takib eden vakitten gecenin karanlığına kadar olan vakte ki, bu, yatsı namazının vaktidir, namaza devam et. Âyette geçen ”el-gasek", şafağı kaybolmuş gece anlamınadır.

Bir de sabah namazını da kılmağa devam et. Âyette, sabah namazı, Kur'an ismiyle isimlendirildi. Çünkü Kur'an okumak namazın rükünleri ildendir. Yine bu yüzden namaz rükû veya sücûd isimleriyle de adlandırılmıştır. Âyetteki ”diilûk" kelimesi, zeval kelimesiyle izah edilirse âyetin beş vakit namazı içine aldığı anlaşılır. Çünkü zeval vaktinden gecenin karanlığına kadar olan vakitler öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerini içerisine alır, sabah namazı da ayrıca zikredilmiştir.

Çünkü, sabah namazı şahitlidir. Gece ve gündüz melekleri sabah namazında bulunurlar. Çünkü bu vakit gecenin sonu ve gündüzün başlangıcı olduğu için semaya çıkacak olan gece melekleriyle, semadan inen gündüz melekleri sabah namazında buluşurlar. Yine, sabah namazında, Allah'ın sonsuz kudretini gösteren delillere şahit olunur; gecenin yerini aydınlığın, ölümün bir benzeri olan uykunun yerini uyanıklığın alması gibi.

79

Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Bu manaya göre teheccüd namazı Peygamber Efendimiz için de nafile olmuş olur. Ancak nafile namazı Peygamber Efendimizin derecesini artırır. Ümmetinin nafile namazları ise günahları için keffâret olur ve farz namazlarındaki kusuru telâfi eder. Bir başka manaya göre teheccüd namazı Peygamber Efendimiz için farzdır. Buna göre âyetin manası: ”Farz olan beş vakit namaza ilave olarak, ümmetine değil de sana mahsus bir farz olmak üzere teheccüd namaz kıl," şeklinde olur.

(Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin. Ayette geçen ”asa" kelimesi, arzu ve ümit, anlamına gelir. Sözlükte, Kur'an'da geçen bu gibi, umulur ki, anlamındaki kelimeler Allah'a izafe edilirse kesinlik ifade eder. Teheccüt namazı kıl, umulur ki. Rabbin seni kabrinden diriltip kaldırınca senin nezdinde ve bütün insanlar nazarında övgüye lâyık bir makamda bulundurur. Bu makam öncekilerin ve sonrakilerin gıpta ettikleri, mahşer halkının tamamına şefaat etme makamıdır. Zira mahşerde şefaatine müracaat edilen her peygamber bundan çekinerek bir başka peygambere havale eder, ta ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelindiğinde ”o benim işim." der. Sonra şefaate, lâyık olanlara şefaat eder.

Bu âyet. Mutezilenin, şefaat, sevabı haketmeyenlerin, sevabı hakedenler derecesine ulaştırmak gibi bir haksızlık ve zulüm olacağı gerekçesiyle, şefaati inkâr etme iddialarını red etmektedir. Bilmezler ki, sevap ve azaba lâyık olanlar, Allah'ın fazlı keremi ve adaletiyle buna müstehak kıldığı kimselerdir. Hiçbir kulu için bunu yapmak zorunda olmadığı halde, iradesinin hükmü gereği kulları hakkında tasarruf eder.

Mutezile derse ki: ”Siz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den 'Şefaatim ümmetimden büyük günah sahibi kimseler içindir, hadisini rivayet ettiniz, buna göre şefaate müstehak olan kişi, insan öldürmüş, zina etmiş ve şarap içmiş kişidir.

Çünkü büyük günah sahipleri bunlardır. Bu durum ise halkı açıkça Allah'ın emirlerine muhalefet etmeye teşvik olur." Cevap olarak deriz ki: ”Bunda bir teşvik yoktur. Bunda şu mana vardır: Şüphesiz ki, büyük günah işleyenler, Allah'ın azabına yakın ve ikabına müstehak oklukları halde. Peygamberimizin şefaati, yardımı Allah'ın izniyle onların imdadına yetişir ve merhametlilerin en merhametlisi Allah (celle celalühü) peygamberinin hürmetine onları kurtarır. Bu hadisi şeriften Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Allah nezdindeki yüksek derecesi ve ümmetinin kurtuluşuna vesile olacağı anlaşılmaktadır. Büyük günah sahibi böyle olunca, küçük günah sahihlerine olacak şefaatini siz düşünün.

Yine bu âyette teheccüd namazının kılınması için teşvik vardır. Sekiz rekâttır. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) validemiz, ”Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), gerek Ramazan ayında, gerekse başka zamanda gece kıldığı on bir rekât namaz üzerine başka ilâve etmezdi. Dört rekât kılardı ki, uzunluk ve güzel kılışını sonna, çok uzun ve güzel kılardı. Sonra yine aynı şekilde dört rekât kılardı, sonra da üç rekât kılardı." demiştir.

Bazı sâlih kişilerden şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:

Yemeği çok yiyecek olursam beni vaz geçiriniz. Zira çok yemek kalbi if sad eder.

Çok uyuyacak olursam beni uyarınız. Çünkü, çok uyku ömrü azaltır.

Çok konuşacak olursam beni susturunuz. Çünkü dini çok söz yıkar.

Çok yaşlandığımda beni ikaz ediniz. Çünkü yaşlılığı, ölüm izler.

Hadis-i şerifte: ”Kul uyuduğu zaman, şeytan onun boyun köküne üç düğüm bağlar. Şayet uyanır da Allah'ı zikrederse düğümün biri çözülür, abdest alırsa ikinci düğüm de çözülür, iki rekât namaz kıldığı takdirde düğümlerin tamamı çözülür. Sevinçli, neşeli ve gönlü hoş olarak sabahlar. Aksi halde nefsi günahla kirli ve uyuşuk olarak sabahlar." Geceyi ibadetle ihya eden kimsenin yüzü ibadet nuruyla, nurlanır.

Çok ibadet eden bir gençten hikâye edilir: ”Bir gece zikrimi yaparken uyudum, bir de baktım ki, odamın ön duvarı sanki yarıldı ve oradan daha güzelini hiç görmediğim genç kızlar, aralarında da daha çirkinini hiç göımediğim bir genç kız daha karşımda belirdi. 'Siz kime aitsiniz ve bu çirkin kız kimin?' diye sordum. Cevaben: 'Biz senin uykusuz ibadetle geçen geceleriniz, bu çirkin olan da senin uykuyla geçirdiğin geçendir. Şayet uyumakta olduğun gece vefat etmiş olsaydın işte nasibin bundan ibaret olacaktı.' dediler."

Bazı sâlih kişiler, gecenin tamamını ibadetle geçirir ve sabah namazını da yatsı namazının abdestiyle kılarlardı.

80

Ve şöyle de: 'Rabbim! Gireceğim yer olan kabr

e doğrulukla girmemi sağla; günahlardan kurtulmuş, temizlenmiş ve razı olunmuş bir girişle girdir;

çıkacağım yerden de dirikliğimde ondan

doğrulukla çıkmamı sağla. İlâhî gazabtan emin, İlâhî ikrama maznar ve razı olunmuş bir çıkışla çıkar.

Âyette geçen ”bas: dirilme" konusundan hemen sonra ”girilecek ve çıkılacak yerlerin" anlatılması, bu yerin kabir anlamına geldiğini göstermektedir. Ayrıca. ”Medineye girmesini ve Mekke'den salimen çıkmasının" sağlanması konusunda, bir duâ olduğu da rivayet edilmiştir. Bu durumda âyetin, nüzulü. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretle memur olduğu zamandır. Nitekim: ”Yine onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getirecekler" (İsra: 76) âyeti de bunu göstermektedir. Ayrıca bunun, giriştiği her yer ve işte ve ondan çıkışta muvaffak kılması ve doğrulukla girip çıkmasını sağlaması için Allah'a bir niyaz olduğu şeklinde de tefsir edilmiştir. Müfessirlerin çoğu bu görüşü tercih ettiler. Öyle olunca anlara: ”Rabbim! Beni bir yere girdirir ve çıkartırken bunun sadakat ve samimiyetimle, doğruluğumla olmasını sağla ve beni iki yüzlü etme, çünkü, iki yüzlü kimse, güvenilir bir insan olamaz. ” şeklinde olur.

Bana, tarafından, yardım ve rahmetinin hazinelerinden

hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver' ki din düşmanlarına karşı yardımcı olsun.

81

Yine de ki: 'Hak İslâm dini ve Kur'an

geldi, bâtıl yok olup gitti. Yani, şirk ve şeytan mahvolup gitti.

Zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.'

İbni Mesud (radıyallahü anh)'dan rivayet, edildiğine göre: ”Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'ye fetih günü girdi, Beytullah'ın çevresinde üç yüz altmış put vardı. Peygamberimiz, elindeki asasiyie putların her birinin gözüne dürterek: ”Hak geldi; bâtıl yok olup gitti" diyordu. Putlar yüzükoyun yere kapanıyorlardı. Kabe'nin üzerinde yalnız Huzaa kabilesinin tunçtan yapılmış putundan başka yıkılmamış put kalmamıştı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'ye: ”Ey Ali! çıkıp onu at!" bu yunma sı üzerine Kabe'nin üzerine tırmanan Hazret-i Ali, putu atıp kırdı.

82

Biz, Kur'an'dan öyle bir şey inidiriyoruz ki, o, mü'minler için kalplerindeki şüphe ve vehim hastalıklarına

şifa ve rahmettir. Çünkü mü'minler ondan faydalanırlar. Çünkü Kur'an, mü'minlerin durumlarını düzeltmede ve ahlâkını ıslah etme hususunda hastalan için şifalı ilâç gibidir.

Zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır. Kur'an, hastalıklara karşı şifa olmasına rağmen, kendisini inkâr eden, yalanlayanlara inkâr etmeleri ve yalanlamaları sebebi ile mahvolmalarından başka bir şey arttı mı az.

Bu âyette, mü'minler doğru yokla ilerlerken kendilerine arız olan şek ve şüphenin bir hastalık; inkarcıların cehalet ve inatları ise ölüm ve helak mesabesinde olduğuna bir ima ve işaret vardır.

Yine âyette hayret verici bir durum vardır. O da, Kur'an'ın, kimine şifa, kimine de helak vesilesi olduğudur. Tıpkı, yağmurun yılanın ağzında zehir, balığın ağzında inci olduğu gibi yetenek ve kabiliyete göre değişir.

Şurası da bilinmelidir ki, Kur'an, beden hastalıklarına da şifa vesilesidir.

Kur'an'da Şifa âyetleri altı tanedir.

1- ”Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın, şifa versin. ” (Tevbe: 14)

2- ”Hastalandığım zaman şifa veren O 'dur. ” (Şuâra: 80)

3- ”Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yûnus: 57)

4-"Arıların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır." (Nahl: 69)

5. ”...O, müminler için şifa ve rahmettir..." (İsrâ: 82)

6. ”...De ki: 'O, insanlar için doğru yolu gösteren rehber ve şifadır...'" (Fussilet: 44)

Rivayette de: ”Kur'andan şifa beklemeyen, onunla şifa bulmak istemeyene Allah şifa vermesin." diye buyrulmuştur.

Şeyh Temimi (radıyallahü anh), Havassu'l-Kur'an’da : ”Fatiha suresi temiz bir kaba yazılır ve temiz bir su ile çalkalanır ve bu su ile hasta yüzünü yıkarsa, Allah'ın izniyle şifa bulur. Kalbinde şüphe, tereddüt ve ıztırap duyan kimse, kalp çarpıntısı, yürek oynaması hisseden kimse, bu sudan içtiği takdirde sükunet bulur, elemi gider.

Yine Fatiha sûresi cam bir kaba yazılır ve su ile çalkalanır, okuduğunu belleyemeyen kimse bunu yedi gün içmeğe devam ederse, bu hafıza problemi gider ve işittiklerini öğrenir hale gelir.

Bu sebeple akıllı olan, Kur'an'a sarılmalı, hastalığını onunla tedavi etmeli. Öncelikle hastalığın tanınması gerekir. Tanınmayan, teşhisi yapılmayan hastalığın tedavisi kolay olmaz. Kur'an ehli, dermanı bulunmayan manevî hastalıkların tedavisini bilirler. Bu kabil hastalıkları Kur'an ile tedavi daha iyidir.

83

İnsana sıhhat ve genişlik gibi

nimet verdiğimiz zaman

Bizden

yüz çevirip yan çizer; bu ifade, büyüklenmek ve kibirlenmekten kinayedir. Çünkü, yanını veya yüzünü çevirmek kibirlenenlerin âdetidir.

Ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa hastalık, fakirlik veya bir başka felâket başına gelse,

iyice karamsarlığa düşer. Allah'ın rahmet ve nimetinden şiddetli bir ümitsizliğe düşer. Bu nitelikte bulunan bazı ferdi erin karamsarlıklarına bakarak insan cinsi bu sıfatla belirtilmiştir. ”... Fakat ona heiser dokunduğu zaman da yalvarıp durur." (Fussilet: 51) âyeti ve benzerlerinin ifade ettiği anlam, insanın bu vasfına aykırı değildir. Bu yalvarıp yakarma, insanlardan bir kısmının yaptığıdır.

84

De kî: Kâfirlerden ve mü'mini erden

'Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Hidayet ve sapıklıkta durumuna şekil veren yolda hareket ve amel eder. Zaten Kâmus'ta. ”şakile" şekil, taraf, niyet, yol ve mezhep anlamınadır.

Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu, sizi bu çeşitli tabiatlar üzerine yaratan

Rabbiniz en iyi bilendir.' hidayette olanı da, sapık bulunanı da en iyi bilen ve ameline göre mükâfatlandıran veya cezalandırandır.

Bu âyette, insanların amellerinin onların durumlarını gösterdiği belirtilmektedir. Öyleyse, kim kendini hayır, iyilik, taat ve şükür içinde buluyorsa Allah'a (celle celalühü) çok hamd etsin. Kim ki, kendini şer, fasıklık, açıkça isyan, nankörlük ve umutsuzluk içinde görürse, imkân elinden çıkmadan, tezelden dönsün.

Anlatıldığına göre, çok geniş bir ülkenin hükümdarı, zinet ve debdebe içinde yaşayan, ülkesi geniş, hazinesi dolu olan bir kral, bir ziyafet hazırladı ve bütün vezir ve emirlerini topladı, envai çeşit yemekler ve içecekler hazırlattı, tara yenileceği sırada aniden bir adam kapıya şiddetle vurmaya başladı. Öylesine vuruyordu ki, hükümdarın tahtı sarsılıyordu. Hizmetçiler koşup kapıyı vurana: ”Ey yoksul kişi nedir bu hırs ve bu saygısızlık? Biz yemeğimizi yiyene ve senin karnını doyurana kadar sabretsen, sonra hükümdarla görüşsen olmaz mı?" dediler. Adam: ”Hayır sizin yemeğinize ihtiyacım yok, bu fani dünyanın kiralının ruhunu almağa geldim," dedi. Hizmetçiler hiçbir şey anlamadılar. Biraz sonra ise melik tahtından cansız olarak yere yuvarlandı. Garip adam da gözlerden kaybolup gitti. Yazıklar olsun bu dünya ile aklanan kimseye!..

85

Sana ruh hakkında Yahudiler

soru sorarlar. İnsan hayatının başlangıcı ve bedenindeki ruhun mahiyetinden sordular ve kendilerine şöyle cevap verildi:

De ki: 'Ruh, Rabbi inin emrindendir. İnsan aklının, çevresinde dahi dolaşamayacağı ölçüde gizli sırlardan, Allah'ın ilminin tecellî ettiği ilâhî işlerdendir.

Beydâvî: ”Ruh: Bağlı bulunduğu bedenin organları gibi bir doğuşu ve maddesi olmadan Allah'ın ”Kün-01" emriyle meydana gelen işlerdendir," demiştir.

Ey iman ve inkâr edenler!

Size ancak az bir bilgi verilmiştir.' Duyularınız aracılığı ile faydalandığınız ancak az bir ilim verilmiştir. Aklın nazarî bilgileri elde etmesi, maddenin duyularak elde edilmesinden faydalanarak kazanılan zarurî bilgilerdir. Bu sebeple: ”Duyu, his kabiliyetini yitiren, ilmi yitirmiştir" denilmiştir. Bir çok şey de belki hisle idrak edilmez. Bu, ruhun zatının bilinmesi mümkün olmayan işlerden olduğuna bir işarettir. Çünkü ruh, ilâhî ilmin gerektirdiği şeylerdendir.

el-Kevasî'de: ”Müfessirler, bilginler ruh ve mahiyeti konusunda ihtilâf etmişlerdir. Onlardan hiçbiri iddiasını isbat edecek kesin bir delil getirmemiştir. Yalnız ruh'un ayrılmasıyla insanın öldüğü, onun bedende devamıyla hayatın devam ettiğini söyleyebilmişlerdir. ”

86

Hakikaten, Biz dilersek sana vahy ettiğimizi ortadan kaldırırız. Yemin olsun ki, dileseydik Kur'an'ı mushaflardan ve sinelerden siler, ondan ne bir iz, ne de bir kalıntı bırakırdık. Bu, Kur'ân'ın silinmesi sözü bir varsayıma dayanmaktadır. Bir maksada dayanarak muhal olan bir şeyi, var saymak mümkündür.

Sonra bu durumda sen de Bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. Kur'an sinenden silinip gitse, onu sana iade edecek bir vekil ve koruyucu bulamazsın.

87

Ancak Rabbinden bir rahmet olarak bıraktık. Kevasî'ûe: ”Onu Biz rahmetimizden dolayı koruduk, manasınadır," denilmiştir. Sonra da, hitap her ne kadar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise de, başkası kastedilmiştir, denilmiştir.

Çünkü O'nun sana lütufkârlığı çok büyüktür. Seni peygamber olarak göndermesi, sana kitap indirmesi ve onu hafızanda baki kılması ile O'nun sana lütuf ve keremi çok büyüktür.

88

İndirilen Kur'ân'ın yüce değerini bilmeyen, aksine onun, insan sözü olduğunu iddia edenlere:

De ki: 'Yemin olsun, bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar edebiyatta, mana yüceliğinde, nazım güzelliğinde ve gayıptan haber vermede -onlar halis Arap ve söz ustası oldukları halde-

onun benzerini ortaya getiremezler.'

Âyette, insanlar ve cinlerin, özellikle belirtilmesinin sebebi, meleklere değil, onlara meydan okunduğu içindir. Çünkü Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu inkâr edenler, onlardandır. Yoksa. Kur'an'ın benzerini Allah'tan başka hiçbir varlık meydana getiremez.

89

Muhakkak ki Biz, bu Kur'an'da insanlara iyice ikrar etmeleri mutmain olmaları için

her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Âyette geçen ”Mesel" kelimesi, güzellik, garabet ve insanın nefsini cezbetmede eşsiz mana demektir.

Yine de insanların çoğu, inkarcılıktan başkasını kabullenmediler. Hakkı, inkâr için kabullenmediler.

Bu âyette bazı faydalara işaret edilmektedir: Bunlardan biri, Kur'an-ı Kerîm, nimetlerin en yücesi ve en büyüklerinden biridir. Her âlim ve hafızın bu nimetin şükrünü eda etmek ve hakkını vermek için fırsat elde iken büyük bir gayret sarf etmesi gerekir.

İbni Mesud (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre: ”Dininizden ilk yitireceğiniz şey emanettir. En son yitireceğiniz de namazdır. Zaman olur, bir topluluğun dinle bir ilgileri olmadığı hakle, namaz kılmaya devam edeceklerdir. Bu Kur'an ise, bir gün sabaha çıktığınızda, sizde ondan bir eser kalmamış olduğunu göreceksiniz" dedi. Oradan bir kişi: ”Bu nasıl olur biz Kur'anı hafızalarımızda, hıfz etmiş Mushaflarımızda da kaydetmiş bulunuyoruz?" demesi üzerine İbni Mesud (radıyallahü anh): ”Bir gece kaldırılıp götürülür de insanlar Kur'an cihetinden yoksul kalakalırlar. Mushaf'lar kaldırılır, kalplerdekiler sökülüp alınır." demiştir.

Abdullah b. Amr b. As (radıyallahü anh): ”Kur'an indirildiği cihetten kaldırılıp alınmadıkça kıyamet kopmaz. Arı vızıltısı gibi Arş-ı İlâhinin çevresinde Kur'an'a ait bir ses duyulur. Rabbimiz: ”Neyin var?" buyurduğunda, Kur'an: ”Okunuyorum ama benimle amel edilmiyor, benimle amel edilmiyor?" diye şikâyet edecektir." demiştir.

Âyetin işaret ettiği faydalardan biri de: Ne insanda, ne de bir başka yaratılmış varlıkta Allah kelâmına benzer, özlü ve şümullü bir kelâm söyleyip getirme yeteneği olmamasıdır. Öyle bir kelâm ki, anlamı çok derin, ibaresi gayet fasih, işareti çok ince ve mahir, nükteleri gayet güzel.

Sonra iyi bilinmeli ki, Kur'an, mahluk yani yaratılmış değildir. Zira o Allah'ın sıfatlarından biridir. İlâhî sıfatların tamamı ezelîdir, yaratılmamıştır. Ebu Hanife (radıyallahü anh): ”Allah'ın sıfatlarının mahluk olduğunu söyleyen, bu konuda duraklayan veya tereddüt eden dahi, Allah'ı inkâr etmiş olur," demiştir.

İmam Vâhidî'nin İbni Abbas (radıyallahü anh)'den rivayetine göre: ”Utbe, Şeybe. Ebu Süfyan, Nadr b. Haris, Velid b. Mugîre, Ebu Cehil. Ümeyye b. Halef gibi Kureyş reisleri, Kabe'nin arkasında toplanıp birbirlerine: 'Muhammed'e önce adam gönderip konuşun, isteklerinizi ulaştırın, maksadınız hasıl olmazsa sonra ona düşmanlık edin ki, hasımlığınızdan dolayı mazur görülebilesiniz.' dediler. Bunun üzerine ona haber gönderdiler: kavminin eşrafı toplanmışlar, seninle görüşmek istiyorlar, diye. Onların hidayete kavuşmalarını çok isteyen Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hakkı kabul etmek istediklerini zannederek alel acele onların yanlarına gelerek oturdu. 'Ey Rasülüm Muhammed! Vallahi senin kavmine getirdiğin bu meseleleri, kavmine getirmiş Araplardan bir başkasını tanımıyoruz. Sen atalarımıza ve ilâhlarımıza hakaret ettin, dinimizi ayıpladın, itibarlı kişileri alçaktın, birliğimizi parçaladın ve ne kadar kötü iş varsa onu aramıza getirdin. Eğer bunu mal sahibi olmak için yapıyorsan sana mallaralarımızdan vererek seni, mal bakımından en zenginimiz yapalım. Eğer şeref ve itibar kazanmak içinse seni ulumuz kabul edelim, hepimiz emrinde çalışalım. Mülk ve saltanat istiyorsan, seni başımıza kral yapalım, şayet seni bir cin rahatsız ediyorsa, takib eden bu cinni bertaraf edip iyileştirmek için tıbbî her türlü imkâna başvuralım ve bu uğurda bütün mallarımızı feda edelim," dediler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara cevaben: ”Benim gayeni sizin söylediklerinizden hiçbiri değildir, ne mal mülk, ne de sizin dediğiniz şeref ve itibar ve ne de saltanattır, bunlardan hiçbirini istemiyorum. Ancak Allah (celle celalühü) beni size peygamber olarak gönderdi, bana kitap indirdi. Sizi gerektiğinde müjdelemek ve gerektiğinde isyandan sakındırmak, peygamberliği tebliği etmek ve size nasihat etmekle emretti. Şayet size tebliğ ettiklerimi kabul ederseniz bu sizin dünya ve âhiret saadetinden nasihinizdir. Şayet reddederseniz, ben, Allah'ın bu emri üzerine sabr ve sebat ederim, davamdan vazgeçmem, ta ki Allah benim ve sizin aranızda mukadder olan hükmünü verene kadar" buyurdu.

Kureyş müşrikleri: ”Ey Muhammed! Sana teklif ettiğimiz bunca cazip ve parlak teklifleri kabul etmiyorsan, öyleyse, sen bilirsin ki, bizim bulunduğumuz bu Mekke şehrinden daha dar bir yer, bizden mal bakımından daha yoksul bir insan yoktur. Biz insanların hem en yoksulu, hem de beldeleri en dar olanıyız. Ve en dar gelirlileriyiz. Seni peygamber olarak gönderen Rabbin den, bizim sokaklarımızı daraltan bu dağları kaldırmasını, beldelerimizi genişletip düzeltip ovalar haline gerilmesini ve Şam ile Irak nehirleri gibi nehirler akıtmasını, babalarımızdan ölenleri diriltmesini iste. Diriltileceklerin arasında Ki lab oğlu Kusay da bulunsun, çünkü o çok doğru sözlü bir ihtiyardı. Ona, senin söylediklerinin doğru mu, hak mı, bâtıl mı olduğunu soralım. İstediklerimizi yaparsan biz de seni tasdik eder ve Rabbinin nezd indeki, itibarını tanır ve gerçekten senin söylediğin gibi, seni bize peygamber olarak göndermiş olduğunu kabul ederiz," dediler.

Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben sizin istediğiniz bu şeyleri temin etmek için gönderilmedim, Allah'ın beni size gönderdiği risalet görevini yerine getirmek üzere geldim ve muhakkak tebliğ görevimi yerine getirdim. Eğer kabul ederseniz dünya ve âhirette mutlu olursunuz. Red ederseniz vazifemi yerine getirme konusunda sabır ve sebat göstereceğim," buyurdu.

Öyleyse dediler: ”Rabbinden seni tasdik edecek bir melek göndermesini iste. Sana bağlar, bahçeler, seni her şeyden müstağni kılacak, kimseye muhtaç olmayacak hale getirecek hazineler, altın ve gümüşten köşkler vermesini iste. Sen şimdi çarşı pazarda dolaşıp geçimini temin etmektesin, işte bu durumdan kurtulursun," dediler.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben Rabbimden değeri dünyaya münhasır kalan maddî şeyleri isteyen kimse değilim, size bunun için de gönderilmedim. Fakat, Allah beni, müjdeleyici ve sakındırın olarak göndermiştir," buyurması üzerine, Kureyş müşrikleri: ”Öyleyse Rabbinden gökyüzünü üzerimize yıkmasını iste. Çünkü sen Rabbim dilediğini yapmaya kadirdir, diyorsun." Peygamberimiz: ”Allah dilerse bunu da yapar, O'na aittir," buyurdu. Onlardan biri: ”Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmedikçe sana iman etmeyiz," dedi.

Abdullah b. Ebu Ümeyye b. Muğîre, - Peygamberimizin halasının oğludur, sonra Müslüman olmuş - ayağa kalkarak: ”Gökyüzüne bir merdiven kurup benim gözümün önünde merdivene tırmanarak beraberinde açılmış bir nüsha (kitap) getiımedikçe ve bir gurup melek gelip senin peygamber olduğuna şahitlik etmedikçe sana inanmam," dedi.

Sevgili Peygamberimiz, iman etmesini beklediği kavmin gittikçe uzaklaşmış olduğunu görerek ailesine mahzun olarak döndü. Bunun üzerine, şu âyeti kerime nazil oldu:

90

Onlar, Mekke müşrikleri ve önde gelenleri:

'Sen', dediler,

'bizim için yerden, Mekke topraklarından

bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız ve senin risalet ve nübüvvetini hiçbir zaman kabul etmeyeceğiz.

91

Veya senin ağaçları altındaki toprağı kapatmış

bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Ayette geçen ”ırmakları akıtmak"lm maksat, sulama esnasında nehirleri içlerinden akıtmak veya nehirlerin devamlı akıtılmasıdır.

92

Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın. Âyetteki ”kisef kelimesi kıt'a, parça anlamına gelen ”kisvetün" kelimesinin çoğuludur.

Veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Veya iddia ettiğin şeylerin doğruluğuna şahitlik edecek bir kefil getirmelisin.

93

Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize senden önce hiçbir yerden alınmamış,

okuyacağımız, bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayız.' Bu istekleriyle inançsızlıkta inat ettiklerini göstermek istiyorlardı, şayet maksatları irşacl olmak, hakkı bulmak olsaydı, mucizelerden gördükleri onlara yeterdi.

İnançsızlık üzerinde bu kadar katı ve inatçı oluşlarına, isteklerinde böylesine ısrarlı oluşlarına hayret ederek ve Rabbi ni tenzih maksadıyla

de ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim. Melek değilim ki, benden göğe çıkmak gibi haller beklensin. Rabbim tarafından Risalet görevini tebliğ ile memur bir elçiyim. Bu konuda muhayyer değilim, bu vazifeyi yapmak zorundayım..

Bu âyetlerden anlaşılan, müşriklerin nakledilen ısrarlı taleplerindeki kabalık ve edepsizliğine karşılık. Peygamberimizin olgunluk ve edebindeki üstünlük ne kadar dikkat çekicidir. Sonu olmayan şeyleri ve faydasız itiraz ve tartışmayı terketmesi ne kadar manidardır!

Anlatıldığına göre. Leylâ, Kays'ın (Mecnun) kabını kırdığında, sevincinden üç gün raks etmeye devam etmiş. Bunun üzerine: ”Ey Mecnun! Sen Leylâ'nın seni sevdiğini zannediyorsun, sevmek bir yana senin kabını kırdı," demişler. Kays, ”Mecnun o ki, bu sırrı anlamaktan âcizdir. Kabı kırmak, sevgide yok olmaktır. Akıllı olan kişi ise, kalbini dünya kirlerinden temizlemeğe ve Allah'ın zikrinden başka bir şeyle ünsiyet etmemeğe çalışandır," demiştir.

İmamı Gazâlî: ”Bir kulun yanında, ölüm esnasında üç sıfattan başka bir şey kalmaz:

a) Kalbin dünya kirlerinden arınması,

b) Allah'ın zikriyle ünsiyet etmesi,

c) Allahü teâlâ 'yı sevmesi.

Kalbin temizliği ancak marifetle olur, marifet ise ancak zikr ve fikrin devamı ile mümkündür. Bunlar kurtarıcı vasıflardır.

94

Zaten kendilerine hidayet rehberi geldiğinde vahyin gelmesi esnasında

insanların Kureyşin. Kur'an'a ve peygamberliğe

inanmalarını sırf: 'Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?' demeleri engellemiştir. Rasûlüllah'ın insan cinsinden olduğunu inkâr ederek bu sözleri söylediler.

95

Şüphelerine, kuşkularına cevap olarak

şunu söyle:

'Eğer yer yüzünde insanın yerinde

yerleşip dolaşanlar, göğe kanatlarıyla uçmaksızın insanların gezdiği gibi, ayakları üzerinde gezip tozan yeryüzündeki insanları dinleyip bilinmesi gereken şeyleri bilen

melek olsalardı, elbette Biz de onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik. Din ve dünya işlerinden ihtiyaç duyduklarını açıklamak üzere peygamber olarak bir melek gönderirdik. Çünkü bir cins varlık, kendi cinsine en yatkın ve yakındır. Yer yüzünün sakinleri insanlar olunca, faydalanmaları, faydalı olabilmeleri için onlara gönderilen peygamberin de insan olması zorunludur. Müşrikler, bilmiyorlar ki, aynı cinsten olmak, yakınlığı ve kaynaşmayı; cins farklılığı da nefreti ve uzaklaşmayı getirir.

96

De ki: 'Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kâfidir. Allah'ın benimle size gönderdiğini tebliğ ettiğimi, sizin de yalanlayıp inat ettiğinize şahit olarak O, kâfidir. Ayette ”benimle sizin aranızda" buyruldu da ”aramızda" buyrulmadı. Çünkü, imarı bakımında ayrılık mevcuttur.

Zira O, kullarını, peygamberleri ve kendilerine peygamber gönderilen kimseleri

hakikaten bilip görmektedir.' Onların açık ve gizli hallerini bilip tam anlam iv le haberdardır ve buna göre onları cezalandırır. Bu âyette Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir teselli, kâfirlere karşı da bir tehdit vardır.

97

Allah kime hidayet verirse kimin hakkında Hakka ulaşmayı yaratırsa,

işte doğru yolu bulan odur, başkası değil;

kimi de sapıklıkta bırakırsa, kötü olanı tercihi sebebiyle kimin hakkında sapıklığı yaratırsa,

artık onlara, Allah'tan başka dost olacak kimseler bulamazsın. Hidayete kavuşanlar tekil zamiriyle ifade edilerek Hak yolun bir; o yoldan gidenlerin de az olduklarına; hidayetten uzaklaşanlar ise çoğul zamiriyle belirtilerek bâtıl yolların ve o yolun yolcularının çokluğuna işaret edilmiştir. Hidayetten uzaklaştırılanları Hak yoluna ulaştıracak ve dalaleti onlardan uzaklaştıracak yardımcılar bulamazsın.

Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzü koyun haşrederiz. ”yüzü koyun..." dan maksat, yüzleri üzerinde yüzdürülmeleri veya yüzleri üzerinde yürütülmeleri demektir. Çünkü ayakları üstünde yürüten Allah, onları yüzükoyun yürütmeğe de kadirdir.

Bu âyette, onların kıyamet gününde kör, dilsiz ve sağır bir halde... olduklarını haber verirken:

"Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler" (Furkan: 12) âyetinde işitmelerinden;

"Elleri boyunlarına bağlı olarak onun en dar yerine atıldıkları vakit orada (yetiş ey) helâk (diye) bağırırlar," (Furkan: 13) âyet-i kerimesinde bağırıp çağırdıklarından;

"Mücrimler ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını iyice anladılar, ondan kurtuluş yolu da bulamadılar." )Kehf: 53) âyetinde de görmelerinden bahsedilmektedir.

Bu âyet-i kerimelerle tefsirini yaptığımız İsrâ sûresinin 97. âyeti nasıl bağdaştırılır? diye sorulursa cevap olarak derim ki;

İbni Abbas (radıyallahü anh): ”Bu âyetin anlamı: Onlar dünyada âyetlerin manalarını ve onlardaki ibretleri görmek istemedikleri, hakkı söylemedikleri ve onu duymak arzusunda bulunmadıkları için âhirette kendilerini sevindirecek bir şey göremiyecekler kendilerince kabul edilecek bir şey konuşamıyacaklar ve kulaklarına hoş gelecek bir şey işitemiyecekler, demektir," demiştir.

Mukâtil de: Onlara ”alçakdıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!" (Müminim: 108) denildiğinde hepsi kör, sağır ve dilsiz, oluverirler. Allah'ın gadabından Yine Allah'a sığınırız.

Onların varacağı ve kalacağı yer ”me'va" kelimesi, gece veya gündüz varılan, sığınılan herhangi bir yer, demektir,

cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onların alevini artırırız. Onların etlerini ve derilerini yakıp bitirerek ateşin yakacağı bir şey kalmadığından ateşin alevi sakinleştikçe, onların derilerini değiştirerek yakıcı alevini arttırırız.

Denilirse ki: ”Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka derilerle değiştiririz ki, acıyı duysunlur..." (Nisa: 56) âyeti, onlara azap etmekte olan ateşin, pişirmekten öte, yakıp, yok etme ölçülerine varmadığını göstermektedir? Cevap: Pişirmek, ateşin mutlak manada tesir ettiğinden mecazdır. Onlar, insanın çürüyüp yok olduktan sonra bir daha var olacağını inkâr ettiklerinden dolayı, onlara azap için, yanıp yok olan vücutlarının tekrar tekrar yenileneceği anlatılmıştır ki, yok olduktan sonra var olunduğunu gözleriyle görsünler. Nitekim aşağıdaki âyet de bu hususu bildi önektedir:

98

Cezaları işte budur! Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler.

Öldükten sonra dirilmeyi açık bir şekilde gösteren aklî ve naklî delillerimizi inkâr etmişler

ve: 'Sahi bizler, kemik ve toprak olduğumuzda mı yeniden dirileceğiz?" dediler.

99

Görmediler mi ki, düşünüp bilmediler mi ki, büyüklüklerine rağmen maddesiz olarak

gökleri ve yeri yaratan Allah, bütün azamet ve ihtişamıyla maddesiz olarak

kendilerinin benzerini yaratmaya da kadirdir? Azametlerine rağmen yer ile göğü yaratan Allah, daha basit olan onların benzerlerini yaratmağa kadirdir. Âyetteki ”yaratmak ”tan maksat, onları yeniden iade ile yaratmaktır.

Allah onlar için şüphe götürmeyen bir süre tayin etmiştir. Onlar bilir ki, yeri ve göğü yaratan, kendi benzerlerini de yaratmağa kadirdir. Ve onların öldükten sonra dirilmeleri için şüphesiz olarak gerçekleşecek bir ecel tayin etmiştir. O da kıyamet günüdür.

Öyleyken, zalimler, inkarcılıkta hâlâ direnirler. İtaat etmekten ve hakka uymaktan kaçınırlar.

100

De ki: 'Rabbimin bütün varlıkların üzerine akıtıp bahşettiği

rahmet, rızık

hazinelerine eğer siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz.' Biter korkusuyla kıstıkça kısardınız.

İnsanoğlu da pek eli sıkıdır. Cimrilik ve hırs kötü sıfatlardandır, her ikisinden de nefsi cömertlik ve kanaatle temizlemek ve uzun emeli terk etmek gerekir.

Hassan (radıyallahü anh), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’i överken bir beytinde şöyle der:

Onun cömertlikte öyle geniş bir eli var ki,

cömertliğinin onda biri yer yüzünde olsaydı,

yer yüzü denizden daha cömert, olurdu.

Anlatıldığına göre, Zeynel Abidin (radıyallahü anh) bir adamla karşılaşınca, adam ona hakaret etti, hizmetçiler ve köleler onun üzerine dövmek için saldırdılar. Zeynel Abidin, hizmetçilerine: ”Bırakın adamı," dedi ve adama dönerek: ”Bizim gizli kalmış kusurlarımız senin söylediklerinden daha çoktur, senin bir yardıma ihtiyacın var mı?" diye sordu. Adam utancından bir şey diyemedi. Zeynel Abidin üzerindeki siyah ve çizgili yün giysiyi çıkarıp verdi ve ona bin dirhem verilmesi için emretti. Adam: ”Şahitlik ederim ki, sen peygamber torunlarındansın ve şu beyitler onlar hakkında doğru olur:

101

Yemin olsun Biz, Mûsa'ya açık açık dokuz mucize verdik. Allah'tan getirdiklerinin doğruluğuna ve nübüvvetinin hak bulunduğuna açık seçik delâlet eden dokuz mucize verdik.

Bu dokuz mucize:

1- Asâ, 2- Yedi beydâ (Işıklı beyaz el), 3. Çekirgeler. 4. Ekin böceği (Kımıl), 5. Kurbağalar, 6. Kan, 7. Tufan, 8. Kurak yıllar, 9. Kıtlık, meyvelerin eksilmesidir.

Biz Mûsa'ya: Ey Mûsâ!

Haydi İsrâiloğullarına sor. Sor ki, senin haber verdiğin hususlarda doğruluğun ortaya çıksın. Firavun'a İsrail oğullarını seninle göndermesini söyle.

Mûsa onlara geldiğinde Firavun ona: 'Ey Mûsa! Senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum!' Bu sebeple makul olmayan bu sözleri söylüyorsun

demişti. Bu iddia, Firavun'un: ”... Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir, dedi." (Şuara: 27) âyetinin bildirdiği iddiasına benzemektedir.

102

Mûsa da: Firavuna:

Pek âlâ bilirsin ki, bunları mucizeleri

birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Bu ibretler ve mucizeler sana, benim doğruluğumu açıkça göstermektedir, ama sen kibirlenip inatlaşıyorsun.

Ey Firavun! Ben de senin hakikaten inalıvolduğunu, hayırdan uzaklaşmış, kötülükle adeta kaynaşmış olduğunu

sanıyorum' dedi.

103

Derken, Firavun onları ülkelerinden. Mısır toprağından

çıkarmak, öldürüp köklerini kazımak

istedi. Bu yüzden Biz onu Firavun'u

ve maıyyetindekilerin hepsini suda denizde

boğduk. Mûsa ve kavmini kurtardık.

Ebussuud, tefsirinde der ki: ”Hilesini aleyhine çevirdik, kendisini ve kavmini denizde boğmakla Mısır'dan onları Biz çıkarttık."

104

Arkasından da İsrâiloğullarına: 'O topraklarda oturun!

Firavun'un boğulmasından sonra Yakub'un evlâdına Mısır topraklarında -şayet ondan sonra Mısır toprağına girdikleri rivayeti doğru ise- oturun.

Âhiret vadi tahakkuk edince, kıyametin kopması gerçekleşince

hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz,' dedik. ”Lefîf her kabileden meydana gelmiş topluluk demektir.

Ben âciz derim ki, şeklî topluluk ve zahirî irtibat kâfirlere ve münafıklara bir fayda sağlamaz. Çünkü, onlarla mü'minlerin arasını halis inanç ve sâlih amel birleştirmemiştir. Bunlar tıpkı, gemileri parçalanan kimselerden yüzmek bilmeyenlerin yüzücülere sarılıp asılmasına benzerler. Sahil çok uzak, deniz de çok derin olduğu için yüzmesini bilmeyenin bir yüzücüye tutunması ona bir fayda sağlamaz. Bu şartlarda bir çok yüzücü canını kurtaramazken hiç yüzme bilmeyen nasıl kurtulsun?

Hadiste: ”Amelinin kendisini geri bıraktığı kişiyi, nesebi ileri götüremez." buyrulmuştur. Yani âhirette kötü ameli veya iyi amelinin azlığı sebebiyle geri kalan kimseye, dünya yönünden nesebinin şerefi ona fayda vermeyeceği gibi, noksanlarını da gidermez. Çünkü onun nesebi orada kesilir. Görmez misin ki, kurumuş olan dal kuruduğundan yaş ve canlı dalların arasından kesilip atılır. Çünkü kurumuş olan dal ile çiçek açan canlı dallar arasında artık bir münasebet kalmaz, her ne kadar aynı ağacın dalı ve aynı ağaç üzerinde bulunuyorsa da kuruduğundan kesilmeye lâyıktır. Fayda veren neseb ise takvadır.

105

Biz Kur'an'ı hak olarak indirdik; o da hak olarak indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ey Rasülüm Muhammed! Biz seni, ancak mü'minleri cennet nimetleriyle müjdelemen; kâfirleri de cehennemden sakındırman için gönderdik.

106

Biz Kur'an'ı parça parça ayırdık ki onu insanlara dura dura okuyasın. Yavaş yavaş okunması, ezberlemeyi daha kolaylaştırır ve anlamaya daha fazla yardım eder.

Ve Biz onu peyder pey yirmi üç yılda hâdiselerin icabına, soru soranların cevabına ve hikmetin kanununa göre

indirdik.

107

İnkâr edenlere

de ki: 'Siz ona, Kur'an'a

ister inanın, ister inanmayın; Çünkü sizin ona inanmanız onun kemalini arttırmaz, imandan kaçınmanız ise ona bir noksanlık getirmez. Âyetteki emir, onları tehdit içindir.

Şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere, yani, önceki kitaplan okuyan, vahyin hakikatini bilen, nübüvvetin işaretlerini tanıyan, hak ile bâtılı ve haklı ile bâtıldan yana bulunanları bilen Yahudilerden

Abdullah b. Selâm ve tabileri, Hristiyanlardan Necâşî ve arkadaşları gibi âlimlere

o Kur'an okununca, derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.' Yani siz iman etmezseniz, sizden, daha hayırlı olanlar en güzel şekilde iman etmişlerdir.

108

Ve derlerdi ki: 'Rabbimizi tesbih ederiz. Kâfirlerin yalanlamalarından veya Hazret-i Muhammed’in peygamber olarak gönderilip kendisine Kur'an verileceğine dair önceki semavî kkaplardaki vadinden dönmesinden Rabbimizi tesbih ederiz, derlerdi.

Rabbimizin vaadi mutlaka yerine getirilir.' Çünkü vadinden dönmek bir noksanlıktır. Bu, Allah için muhal olduğundan O'nun vaadi elbette yerine getirilir.

Bu âciz diyor ki: Buradaki vaadden maksat. Âhiret vaadidir, nitekim, Mûsa ve Firavun kıssası ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Kureyş kıssasından bahseden âyetin siyakı bunu göstermektedir. Allah en iyi bilir.

109

Allah korkusundan

Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar.

Âyette, daha önce 107. âyette geçen ”Yüzüstü yere kapanma" tekrar edilmiştir, çünkü sebepleri değişiktir. Birincisi Allah'ın emrine tazim için; ikincisi ise, Kur'an-ı Kerimdeki öğütlerin etkisi altında kaldıkları içindir.

Bu, Kur'an okumak ve dinlemek

onların saygısını arttırır. Allah'a kesin imanlarını kuvvetlendirir ve ilimlerini de arttırır.

110

De ki: 'İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Âyette geçen ”duâ", isim vermek anlamına olup çağırma anlamına değildir. Allah ve Rahman kelimelerinden maksat da, yalnız isimlerdir. Müsemma değildir. Kastedilen miisemmayı ifade etmekte ve söylenmesinin güzelliğinde ikisi de eşittir. Yani, ister bu isimle, ister beriki isimle ad verin ve hangisiyle zikrederseniz edin, ikisinin de müsemması birdir.

Hangisini deseniz olur. Bu isimlerden hangisiyle ad kındı orsanız adlandırın, hangisini isterseniz zikredin,

çünkü en güzel isimler O'na hastır.' İlâhî isimlerin tamamının güzel olması bu iki mübarek ismin de güzel olmasını gerektirir. En güzel olması, Celâl ve Cemal sıfatlarına delâlet etmelerinden ötürüdür.

Bahru'l-Ulum müellif şöyle demiştir: ”İsimlerin en güzeli olmasının anlamı, bu mukaddes isimler, takdis, Allah'ı ta'zim ile övme, ululama, rubûbiyet, ulûhiyet... gibi manalar ifade etmesinden dolayıdır."

Bazı müfessirler, bu âyetin nüzul sebebi şudur demişlerdir: Müşrikler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: ”Ya Allah! Ya Rahman!" Mübarek isimlerini söylediğini işittiklerinde: ”Muhammed bizi iki tanrıya ibadet etmekten men ediyor ama kendisi bir başka ilâha duâ ediyor," dediler. Kastedilen, her iki mübarek ismin, bir tek zatı ifade etmekte eşit olduğunu anlatmaktır. Manaları değişik olsa da her ikisi de Ma'bud olan bir tek zata aittirler.

Kur'an'ı Müşriklerin işiteceği şekilde

namazında yüksek sesle okuma; Bu durum, onların Kur'an'a ve onu indirene küfretmelerine sebep olur.

Onda sesini fazla da kısma; arkanda namaz kılan mü'minlerin işitemiyeceği ölçüde sesini de kısma,

ikisinin arası bir yol tut. Tam gizli ile aşikâr arasında orta bir yol seç. İşlerin en iyisi orta halli olanıdır.

Rivayet edildiğine göre, Ebu Bekir (radıyallahü anh), Kur'an okurken gizli okur ve: ”Rabbime gizli olarak duâ ediyorum, O muhakkak benim hacetimi bilmiştir," derdi.

Ömer (radıyallahü anh) ise açıkça cehren okur ve: ”Şeytanı uzaklaştırıyor ve uyuklayanı uyarıyorum," derdi. Bu âyet nazil olunca Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), ”Hazret-i Ehu Bekir'e (radıyallahü anh), okurken sesini biraz yükseltmesini; Ömer'e de sesini biraz kısmasını emretti. ” (30)

111

'Çocuk edinmeyen çünkü doğmak ve doğurmak cisimlerin sıfatlarmdandır. Bu âyet, ”İsa Allah'ın oğluduri'diyen Hristiyanlan ve ”Uzeyr

Allah'ın oğludur" diyen Yahudileri reddetmektedir. Allah (celle celalühü), bu bâtıl iddialardan yüce ve münezzehtir.

Hakimiyette ıılûhiyyette

ortağı bulunmayan, çünkü bütün âlem O'nun kuludur. Kul ise, efendisinin mülkünde ortak olamaz. Burada da, ilâhların çokluğunu söyleyen kâfirler reddedilmektedir.

Aczinden ötürü bir velîye de ihtiyacı olmayan Allah'a hamd ederim.' de. Allah için acizlik ve zillet muhaldir, bu sebeple bir acizlikten kurtulması için ona yardım edecek veya onu aziz kılacak bir dost asla edinmemiştir. Zira izzetin tamamı O'na aittir.

Ve tekbir getirerek O'nun şanını yücelt!. O'nu tazim ile yücelt veya ortak ve dosta muhtaç olmaktan Allah, en yücedir. Allah en büyüktür, ”Allahü Ekber" de.

İsrâ Sûresi'nin tefsiri, Allah'ın yardımı ve tevfîki ile bitti.