MUHAMMED SURESİ
Medine devrinde nazil olmuştur, 38 âyettir.
1
İnkâr edenlerin ve Allah'ın yolundan yani İslâm'dan ve hak yola girmekten
yüz çevirenlerin... Bu mana: ”saddû" fiilinin, ”sudûd" mastarından olduğuna göredir. Ama ”sadden" mastarından geldiği düşünülürse o zaman âyet: ”İnsanları Allah'ın yolundan alıkoyanlar" şeklinde anlaşılır ki, onlar, Bedir Savaşı günü, askerlere yemek veren azgın müşriklerdi. Onlar, Hazret-i Peygamber'e ve Müslümanlara olan düşmanlıklarını göstermek için müşrik ordusuna yemek vermişlerdi. Bu izaha göre, ”ve saddû an sebili ilah" cümlesi, bundan önceki ”İnkâr edenler" cümlesinin ifade ettiği genel manayı tahsis etmektedir. Ama, uygun olanı, onun da tüm kâfirlere şâmil olduğunu kabul etmektir.
Amellerini, Allah boşa çıkarmıştır. Onları iptal etmiş, zayi etmiş, hiç yapılmamış gibi tesirsiz kılmıştır. Bunun anlamı: Allah'ın, o amellerin geçersizliğine hükmetmesidir. Onların sılayı rahim, misafire ikram, esirleri serbest bırakma ve benzeri iyi hareketlerinin, imanları olmadığı için hiçbir etkisi yoktur. Allah (celle celalühü) onların Rasûlüllah'a tuzak kurmak ve doğru yoldan çevirmek için yaptıklarını da, Rasûlü'ne yardım etmek ve dinini bütün dinlere üstün kılmak suretiyle boşa çıkarmıştır. Bu izah şu âyete uygun düşmektedir: ”İnkâr edenlere gelince, onların hakkı helaktir. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 8) Yine bu, ”kâfirlerle karşılaştığınız zaman..." diye başlayan dördüncü âyetin anlamına uygundur.
2
İman eden ve iyi amel işleyenlerin... Bu ifade, muhâcir'lerden, ehli kitaptan ve başkalarından tüm inanıp sâlih amel işleyenlere şamildir. Aynı şekilde tüm ilâhî kitaplara inanmayı da içerir.
Ve Rableri tarafından hak olarak -hak bâtılın zıddıdır-
Muhammed'e indirilene iman edenler... İman, Rasûlüllah'tan önce indirilen kitapları da içerdiği halde, sadece Rasûlüllah'a indirilene imanın anılması onun şanının yüceliğine işaret içindir. Ayrıca bu ifade, diğer inanılması gerekenler yanında Kuranın yüceliğine dikkat çekmektedir. Çünkü hepsinde aslolan odur. Bu yüzden o ”hak" kelimesi ile kuvvetlendirilmiştir.
Kötülüklerini Allah örtmüş ve durumlarını düzeltmiştir. Yani onların günahlarını, imanla ve sâlih amellerle gizlemiş, dindeki ve dünyadaki durumlarını muvaffak kılmak ve ebedileştirmek suretiyle ıslah etmiştir. ”Durum" diye tercüme edilen ”bâl" kelimesi, aslında kendisi için üzülünen şey anlamına gelir. Ayrıca, insanı kuşatan hâle de ”bâl" denilir.
3
Bu amellerin iptali, günahların örtülmesi ve durumların düzeltilmesi,
inkarcıların bâtıla, şeytana
uymaları, küfür ve imandan yüz çevirmeleri;
iman edenlerin ise Rablerinden gelen hakka uymaları Kitap'a inanmaları ve sâlih amel işlemeleri
sebebiyledir. Allah insanlara misallerini işte böyle eşsiz bir güzellikle
anlatır. Yani her iki gurubun hallerini, dikkate değer özelliklerini -ki onlar; öncekilerin bâtıla uymaları, mahrumiyet ve hüsranları, sonrakilerin de hakka uyup kurtulmalarıdır- anlatır. Bir hadiste şöyle büyütülmüştür: ”Allah'ım bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı ihsan et. Bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasîbet." (1)
1- Bu: Kendisiyle duâ edilmesi müstehap olan, Rasûlüllah'tan gelen dualardandır. İbnü'l-Esîr Câmiu'l-Usûlün dördüncü cildinde, Hazret-i Peygamber'in hadislerindeki duaları toplamıştır. O esere Bkz. 4/138.
"Hak" kelimesine birkaç değişik mana verilmiştir. Bunlar:
1- Bir şeyi, hikmetin gereğine uygun olarak yaratan. Bu anlamdan dolayı, Allahü teâlâ hakkında, ”hüve'l-hak- O haktır" denilmiştir.
2- Hikmetin gereğine uygun olarak bulunan, yaratılan şey. Bu anlamda olmak üzere, ”Allah'ın tüm yaptıkları haktır," denilir. ”Ölüm haktır, öldükten sonra dirilmek haktır," gibi sözlerimiz de bu manadadır. Tüm varlıklar, bu terim altına girerler. Çünkü Allah'ın yaptıklarında abes bulunamaz. Bazı şeylerin ”bâtıl" oluşu, hakiki değil, izafîdir. Şeytan bile böyledir.
3- Kendi içerisinde tutarlı olan bir şey hakkındaki inanca da, hak denilir. ”Falanın öldükten sonra dirilmeye, sevap, ceza, cennet, cehenneme dair inancı haktır," dediğimizde bu manada kullanmış oluruz.
4- Gerektiği gibi olan. Olması gereken vakitte gerektiği gibi bulunan söz ve hareket haktır. ”Sözün haktır, yaptığın haktır," gibi sözler bu kabildendir.
Bâtıl, bütün bu manalarda hakkın zıttıdır. İman haktır. Çünkü Allah'ın emrettiği şeylerdendir. Küfür bâtıldır. Çünkü Allah'ın yasakladığı şeylerdendir. Tüm sâlih amelleri ve yasaklan buna kıyaslayınız.
İman: Allah'a kesinlikle ortak koşmamaktır.
Sâlih amel: Sırf Allah için olan ameldir. Büyükler, tüm güçlerini buna sarfederlerdi. Çünkü Allah'ın rızasına uygun olan şey, dünya ve âhiret saadetinin anahtarıdır.
Hazret-i Mûsa: ”Yâ Rabbi! En âciz kul kimdir?" diye sormuş. Cenabı Hak şu karşılığı vermiştir: ”Amel etmeden cenneti, duâ etmeden rızkı isteyendir." Hazret-i Mûsa devamla: ”Hangi kulun en cimridir?" diye sorunca Allah: ”Yedirme gücü olduğu halde, isteyene yedirmeyen, din kardeşine selâmı kıskanandır," buyurmuştur.
İnfâk etmek ve yedirmek ancak Allah'ın rızası isteğiyle olursa muteberdir. Bilindiği gibi Kureyşliler, Bedir Savaşı'nda askerlerine yemek yedirdiler. Ama bunun bir faydası yoktur. Çünkü o, Allah yolunda değil, şeytanın yolundaydı. Öyle olunca amelleri boşa gitti. Aynı şekilde, mutlak anlamda, malı sarfetmemek de cimrilik sayılmaz. Cimrilik, hak sahibine malı vermemektir. Nitekim Allah (celle celalühü) bir âyette şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı, sefihlere (aklı ermezlere) vermeyiniz..." (Nisa: 5) Bu âyette Allah, insanları, harcamlması gereken yerlerin dışından sakındırmıştır. Hayırda ise israf olmaz.
Bid'atçilerin amelleri de bâtıldır. Çünkü onlar, doğru yoldan sapmışlardır. Onlar yaptıkları şeylerin iyi olduğunu zannetseler de böyledir. Nasıl ki iman, sünnet ve tâat en iyi şeylerse, küfür, bid'at ve isyan da en çirkin şeylerdir. Hak'ka uymak, hak ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar, hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridir. Hak ehline uyan, hidayete ermiş, bâtıl ehline uyan da sapılmıştır.
4
Kâfirlerle (savaşta) karşılaştığınız zaman... Durum anlatıldığı gibi olunca, yani kâfirlerin amelleri boşa gidip mahrum bırakıldıklarına, mü'minlerin durumları düzelip kurtuluşa erdiklerine göre ve siz de ey mü'miniar savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman
hemen boyunlarını vurun. Yani öldürün. Onları öldürmeyi, en kötü şekilde tasvir etmek için öldürme, ”boyun vurma" sözüyle ifade edilmiştir. Boyun vurmak, boynu kesmek, bedenin en yukarıdaki ve en şerefli organı olan kafayı uçurmaktır. Ayrıca gazilere, öldürmenin en kolayını göstermek için de böyle denilmiştir.
Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğinizde, onları çok öldürüp savaşı şiddetlendirdiğinizde ya da öldürmek ve yaralamakla onlara baskın gelip, kalkamıyacak hale getirdiğinizde
bağı sıkı tutun. Onları esir edip tutun. Esir alma, iyice savaştıktan sonra olur.
Sonra harp sona erince... ”Evzârahâ: Harp ağırlıkları": Savaş için mutlak gerekli olan silâh ve binek gibi alet ve edevattır. Savaş bitince demektir.
Onları ya karşılıksız olarak ya da fidye ile salıverin. ”Menu" Devlet başkanının, düşmandan alınan esiri, hiçbir şey almadan karşılıksız salıvermesidir. ”Eida" da, devlet başkanının, düşman esirini, karşılığında mal veya bir Müslüman esir alarak salıvermesidir.
Şeyh Radî bu âyetle ilgili olarak şöyle der: ” 'Bağı sıkı tutmak'imi maksat, ya öldürmek ya köleleştirmek ya da karşılıklı veya karşılıksız salıvermektir. Devlet başkanı, buluğa ermiş olan esirlere bu dört şeyden birini uygulamakta muhayyerdir. Bu muhayyerlik, İmam Şafiî'ye göre el'ân sabittir. Bize göre, 'Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.' (Tevbe: 5) âyetiyle neshedilmiştir. Ulemanın dediğine göre, bu âyet Bedir Savaşından sonra inmiş, sonra neshedilmiştir. Bugün için esirlerle ilgili hüküm, ya öldürmek veya esir etmektir."
Dürr' adındaki eserde şöyle denilir: ”Onlar fidye karşılığı bırakılıp, memleketlerine dönmelerine izin verilmez. Çünkü esiri, dârü'l-harbe göndermek, savaşta Müslümanlara karşı onların gücünü artırmaktır. Düşmana silâh satmak nasıl mekruhsa, bu da mekruhtur."
Karşılıksız salıvermeyi İmam Şafiî kabul etmez.
Bir karşılıkla serbest bırakmaya gelince, Hanefî âlimlerine göre, henüz savaş bitmeden mal karşılığı serbest bırakmak caizdir. Bir Müslüman esire mukabil serbest bırakmak caiz değildir. Savaş bittikten sonra, mal karşılığı salıvermek caiz olmaz. Müslüman esir karşılığında salıvermek ise, İmam Ebû Hanife'ye göre caiz değildir. Muhammed'e göre caizdir. Ebû Yusuf tan ise, her iki görüşe uygun iki ayrı görüş rivayet edilmiştir.
Mücâhid'in: ”Bugün artık karşılıklı veya karşılıksız salıverme yoktur. Ya Müslüman olurlar, ya da boyunları vurulur," dediği rivayet edilmiştir.
Hazret-i Ebû Bekir'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Altından bir borç karşılığında istenseler de serbest bırakmam." Hazret-i Ebû Bekir'e bir esiri fidye karşılığı salıvermesini isteyerek mektup yazdılar. O ise: ”Onu öldürün. Müşriklerden bir adam öldürmem benim için şundan şundan daha iyidir," dedi.
Hazret-i Peygamber de, Mekke fethi günü, Mekke'yi ele geçirdikten sonra, Kabe'nin örtüsüne yapışan İbnü'l-Ahtal'ı öldürmüştü. Alıtal bir esir gibiydi.
"Sonra harp ağırlıklarını atınca" cümlesi, İmam Şafiî'ye göre, yukarıda adı geçen dört şeyden (öldürme, köleleştirme, karşılıkla salıverme, karşılıksız salıverme) birisi veya hepsi için gayedir. Buna göre şöyle anlamak gerekir: ”Müşriklerin hiçbir kuvveti kalmayıp, savaşamaz hale gelinceye kadar onlar hiçbir surette bu halde bırakılmazlar."
İmam Ebû Hanife'ye göre âyette söz konusu olan harp, Bedir Harbi'dir.
Âyet metninde geçen ”Hatta" kelimesi, karşılıksız veya karşılıklı salıverme için sınırdır. Bu anlayışa göre de mana şöyle olur: ”Bedir Savaşına katılan müşrikler silahlarını bırakınca, onlar ya karşılıksız ya da fidye ile salıverilirler." Eğer harbi, genel anlamda savaş cinsine hamledersek cümle, boyun vurma ve sıkı tutma için gaye olur yani sınır olur, bitim noktası olur. O zaman da âyet şöyle anlaşılır: ”Müşriklerin hiçbir gücü kalmayıp da savaş ağırlıklarını atıp son buluncaya kadar onları öldürmeye ve esir etmeye devam edin." Kü für bulunduğu müddetçe, savaş da olacaktır.
İşte (emir) budur. Böyle yapınız.
Eğer Allah dileseydi onlardan savaştan başka türlü de
intikam alırdı. Yere batırma, deprem, kasırga, denizde boğma, toplu ölüm gibi başka helak sebepleriyle onların köklerini kazır ve intikam alırdı. Ayrıca onlardan intikam alınmasının Bedir Savaşı'nda olduğu gibi melekler vasıtasıyla olması da caizdir.
Ama O, böyle dilemedi,
sizi birbirinizle sınamak için böyle yaptı. Size savaşmayı emretti. Kendileri ile cihad edip de, vaadi gereği büyük sevabı elde etmeniz için sizi kâfirlerle sınadı. Bir kısmının küfürden dönmeleri için, azaplarını sizin ellerinizle hemen vermek üzere kâfirleri sizinle sınadı.
Allah, kendi yolunda öldürülenlerin, Bedirde, Uhud'da ve diğer savaşlarda şehid olanların
amellerini asla boşa çıkarmaz. Karşılığını verir.
5
Allah onlara dünyada işlerin en iyisine, âhirette de sevaba
hidayet verir, durumlarını günahtan korumak, hayırlara muvaffak etmek suretiyle
iyileştirir. Âyette murâdedilen anlam şudur: Allah onları kesinlikle uhrevî maksatlarına ulaştırır. Cihadla ve şehitlikle Allah'a karşı yaptıkları amellerinden dolayı hasımlarına karşı üstün kılarak durumlarını iyleştirir.
6
Onları, özelliklerini dünyada iken
kendilerine tanıttığı böylece iştiyakla arzuladıkları veya herbirinin kendi yerini bileceği ve bulacağı kadar bildirdiği
cennete koyar. Sanki kişi, yaratılalı beri orada eğleşmektedir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Herbiriniz cennetteki evini dünyadaki evinden daha çok tanır. ” (2)
2- Hadisi Buhârî: ”Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlardan biri evini daha iyi bilir..." şeklinde bir lâfızla tahric etmiştir. Câmiu'l-Usûl, 10/549.
"Tanıttığı" diye ifade ettiğimiz ” arrafehâ" kelimesi el-Müfredât adındaki eserde: ”Onlar için güzelleştirdi ve süsledi" manası verilmiştir.
Bir kısım âlimler de : ”Sınır koydu, ayırdı, sınırlarını belirledi ” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Çünkü cennetliklerin herbirinin yeri sınırlanmış ve ayrılmıştır."
Şehitlerin faziletlerinden birisi şudur: Cennete giren hiçbir kimse, dünyada ne varsa hepsi verilse bile, cennetten çıkmayı istemez. Şehitler bu hükmün istisnasıdırlar. Çünkü onlar, Allah'ın kendilerine olan izzet ve ikramlarını görünce defalarca dünyaya dönüp, ilkinde olduğu gibi tekrar tekrar şehid olmayı isterler. Şehidin, daha önce işlemiş olduğu Allah hakkına dair bütün günahları bağışlanır. Şehitlik onların hepsinin üstünü örter. Bir hadisi şerifte Şöyle buyurulmaktadır: ” Şehidin, borcunun dışındaki bütün günahları bağışlanır."
Hadiste geçen borçtan maksat: Gasp, malı haksız yere yemek, kasden adam öldürmek, kasden yaralamak ve benzeri kul haklarıdır. Gıybet, söz taşıma, iftira ve benzeri günahlar da bu kabilden sayılır. Çünkü bu hakların affı için mutlaka hak sahibi tarafından alınmaları gerekir.
Kurtubî şöyle der: ”Sahibini, cennetten alıkoyacak olan borç, yeterli mal bırakılıp da ödenmesi için vasiyet edilmeyen veya borçlunun ödeme gücüne sahip olduğu halde ödemediği ya da zaruri bir ihtiyacı olmadığı halde alıp kimseye söylemeden öldüğü borçtur. Zaruri bir ihtiyacından ötürü alıp da yeterli mal bırakmadan ölen borçluyu ise, ister şehit olsun ister başka biri Allah cennetten alıkoymaz. Onun yerine öder ve alacaklarını razı eder. Nitekim Hazret-i Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: 'Geri ödemek niyetiyle insanlardan borç alan kişinin borcunu Allah öder. Telef etmek (ödememek) maksadıyla borç alanı ise, Allah telef eder. '“(4)
Âyeti kerime, büyük ve küçük cihada teşvik etmektedir. Onu bir düşman öldürürse şehid olur. Nefs-i emmâreye, şeytana ve kâfirlere karşı savaşmakta Allah'ın yardımını dileriz.
7
Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a Allah'ın dinine ve Rasûlü'ne
yardım ederseniz, düşmanlarınıza karşı
Allah da size yardım eder ve fethi müyesser kılar. Savaş alanlarında veya hacda
ayaklarınızı sabit kılar.
Bil ki yardım iki türlüdür:
Birincisi: Kulun yardımıdır. Bu, dinin delillerini izah, anlamayanların şüphelerini gidermek, hükümlerini, farzlarını, sünnetlerini, helâlini, haramını ve onlarla ameli izah etmek, sonunda da Allah'ın adını yüceltmek için çalışmak ve savaşmakla olur. Bu da ya bizzat savaşarak, veya mücahidlerin bayrağı altında toplanarak onların kalabalığını artırmak suretiyle olur, ya da din düşmanlarını altetmek, Müslümanların zaferi, kâfirlerin rüsvay olması için: ”Ey Allah'ım! Dine yardım edenlere sen de yardım et. Dine karşı gelenden yardımını kes," diye duâ etmekle olur. Bundan sonra da, nefsine karşı Allah'a yardım ederek en büyük cihadı yapar. Nefsini yere çalar, öldürür. Öyle ki, nefsânî arzulardan eser kalmaz.
İkincisi: Allah'ın yardımıdır. Bunun yolu da şudur: Peygamberler gönderir, kitaplar indirir, deliller ve mucizeler gösterir. Cennete ve cehenneme götüren yolları açıklar. Büyük ve küçük cihadı emreder. Hevâsına uyarak değil, Allah'ın rızasını ve dinini düşmanlarının dinine üstün olmasını, Allah'ın adının yücelmesini isteyerek çalışana yardım eder.
8
İnkâr edenlere gelince, onların hakkı helaktir. ”Helak" diye tercüme ettiğimiz ”la's" kelimesi: Sürçmek, düşmek, uzaklık, şer ve yıkılmak manalarına da gelir.
Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.
9
Bu, helak ve amelleri boşa çıkarmak,
onların Allah'ın indirdiklerini yani Kur'an'daki önceki alışkanlıklarına ve kötüyü emreden nefsin arzularına ters düşen, tevhidi emreden hükümleri
beğenmemeleri sebebiyledir. Onun için
Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Allah (celle celalühü) bu ifadeyi, Kur'an'ı inkârın bunu gerektirdiğini bildirmek için tekrar etmiştir. Kur'an'ı inkâr, amellerin boşa çıkmasına sebep olur. Burada söz konusu olan onların iyi amelleri: Kabe'yi tavaf, Mescid-i Harami imar, misafire ikram, acı çekenlere ve mazlumlara yardım, yetimlerin ve fakirlerin elinden tutmak ve benzeri iyilik ve hareketleridir. Bunlar, Kureyş kâfirleri açısındandır. Kıyamete kadarki diğer tüm kâfirleri bunlarla kıyasla.
10
Onlar, kâfirler
yeryüzünde yürümediler mi? Hep evlerinde mi oturdular? Şam, Yemen ve Irak taraflarına gitmediler mi?
Kendilerinden öncekilerin Ad, Semûd, Sebe' ahalisi gibi peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin
sonlarının nasıl olduğuna baksalar ya. Onların ülkelerindeki kalıntılar, onların haberlerini anlatırlar.
Allah onların kökünü kazımıştır. Bu, sözün gelişinden akla gelen bir soruya cevaptır. Sanki ”Onların sonları ne olmuş?" diye sorulmuş ve cevap olarak: ”Allah onların kendilerinin, ailelerinin ve mallarının kökünü kazıdı," denilmiştir. Bu hikâyeleri geçen
kâfirlerin hakkı da onun benzeridir.
Yani bu kâfirlerin sonu veya cezası da önceki kâfirlerin sonu gibi olacaktır.
Onların cezalarının birkaç katı değil, tam onlarınki kadardır.
11
Bu, önceki milletlerin başına gelen azabın, şimdiki kâfirlerin de başına gelecek olması, -kimi bilginler ”bu"ndan maksadın; müminlerden yardım gören muzaffer kişiler; kâfirlerden ise aşağılanmış kökleri kazınanlar olduğunu söylerler-
Allah'ın iman edenlerin, imanları sebebiyle açıkta ve gizlide düşmanlarına karşı
yardımcısı olmasından, inkâr edenlerin ise yardımcısı bulunmadığından dolayıdır. Yani küfürleri sebebiyle, onların başına gelen azabı savacak yardımcıları yoktur.
Ayette ”yardımcı" diye tercüme ettiğimiz ”mevlâ" kelimesi ile, burada yardım murâdedilmiştir, ubudiyet (kulluk) değil. Çünkü gerçekte tüm yaratıklar, Allah'ın kullarıdırlar. Nitekim bir âyette: ”Sonra onlar gerçek sahipleri (mevlâları) olan Allah'a götürülürler..." (En'am: 62) buyrulmaktadır. Burada ”mevlâ" mâlik ve yaratıcı anlamındadır.
Ayetin manasının: Her ne kadar gerçek sahip ve yaratıcıları Allah ise de, putlara taptıkları için ”inançlarına göre mevlâları yok" şeklinde olması da muhtemeldir.
Denildiğine göre, Kur'an-ı Kerim'deki en umut verici âyet budur. Çünkü Allah: ”Zahidlerin, âbidlerin mevlâsı" dememiş, ”iman edenlerin mevlâsı" buyurmuştur. Mü'min, âsî bile olsa, inananlar zümresine dahildir.
İki türlü ordu vardır. Bunlar: Duâ ordusu ve savaş ordusu. Savaş ordusu nasıl ki, din ve takva sahasındaki güçlü erleri sebebiyle muzaffer olur, Allahü teâlâ 'nın lütuf ve keremlerinden mahrum olmazsa, duâ ordusu da aynıdır. Görünüşleri ve dünyalıklarında zayıf olan erleri sebebiyle duaları kabul edilir. Allah'ın kapısından kovulmazlar. Nitekim bir hadiste Hazret-i Peygamber: ”Şüphesiz, zayıflarınız sebebiyle yardım edilirsiniz," (5) buyurmuştur.
5- Hadisi Buhârî ve Nesâî, ”Siz ancak zayıflarınız sebebiyle rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz" lafzıyla tahric etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/677.
Şeyh Sa'dî şöyle der: ”Kâfirler ancak putlar ve tâğût gibi, aslı olmayan şeylere taparlar. Bundan dolayı yardım görmezler. Mü'minler ise gerçek varlığa. Allah'a taparlar. Bu yüzden, sıkıntılarında Allah onlara yardım eder. Aynı şekilde, kâfirler kalelere ve silâha sığınırlar. Müminler ise güçlü ve kuvvetli olan, bütün kapıları açan Allah'a güvenirler. Onun için Allah her durumda onların yardımcısıdır."
Rivayet edildi ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir savaştan sonra bir ağacın altında tek başına oturuyordu. Bir müşrik silâhla üzerine saldırdı ve :"Seni benden kim kurtaracak?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Allah" dedi. Müşrik yere düştü. Kılıcı Rasûlüllah alıp: ”Şimdi sen söyle bakalım. Seni benden kim kurtaracak?" dedi. Müşrik: ”Hiç kimse," cevabını verdi.(6) Sonra da Müslüman oldu.
Yardım eden Allah, bizi yardım görenlerden eylesin. Amin.
12
Şüphesiz Allah, iman edip sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Bu, Allah'ın müminlere olan yardımının ve âhirette vereceği nimetlerin beyanıdır.
İnkâr edenler ise dünyada
zevkü safâ içerisindedirler. Kısa bir süre dünya nimetlerinden yararlanırlar, yaşarlar. Sonlarından gafil ve hırslı bir şekilde
hayvanların otlaklarında ve ahırlarında, kesileceklerinden habersiz bir şekilde
yedikleri gibi yerler. ”Enam" kelimesi deve, sığır, koyun ve keçi gibi hayvanlar için kullanılır.
Onların varacağı sığınıp kalacakları
yer ateştir.
Kuşeyrî şöyle der: ”Hayvanlar, nereden bulduklarına aldırmadan önlerine geleni yerler. Kâfir de böyledir. Yediğinin haramdan mı, helâlden mi olduğuna bakmaz. Aynı şekilde hayvanlar, hiç öğün tanımadan devamlı yerler. Kâfirler de öyle oburdurlar. Hazret-i Peygamber bir hadisi şerifte şöyle buyurmuştur: 'Kâfir yedi mideye yer, mü'min ise tek bir mideye yer: (7) Hayvan yerken gaflet içerisindedir. Kim yerken, Rabbini unutursa, onun yemesi hayvanın yemesi gibidir."
Haddâdî de şunları söylemiştir: ”Mü'minle kâfirin yemesi arasındaki fark şudur: Mü'minin yemesinde şu üç şey mutlaka bulunur: İstemekten çekinmek, edepli davranmak, bir sebebe bağlı olarak yemek. Kâfir ise arzusu için ister, şehveti için yer, yaşantısı gaflet içindedir."
"Mü'min ihtiyaç için azıklanır, münafık süslenir ve ihtiyaç fazlasını alır. Kâfir ise faydalanır, vermez," denilmiştir. Yine denilmiştir ki: ”Bir kimsenin hedefi yemekse kıymeti kendisinden çıkan kadardır."
Özetle denilebilir ki: Kâfirlerin karınları ve şehvetleri dışında bir kaygıları yoktur. Âhiret tarafını hiç mühimsemezler. Onlar günlerini küfürle ve günahlarla telef ederler. Dünyada hayvanlar gibi yeyip içerler. Mü'minler ise, Allah yolunda tâatle çalışırlar. Riyâzat ve mücahede ile meşgul olurlar. Öyleyse Allah'ın onlara üst derecede cennetler ihsan etmesi kuşkusuzdur. Hazret-i Peygamberin şu sözünün sırrı burada kendini göstermektedir: ”Dünya mü'minin zindanı, kâfirin cennetidir." m
Mü'min, dünyanın zindan, nimetlerinin geçici olduğunu bilince, nefsini Allah'a tâate hapseder. Sonu da devamlı olan nimetler ve cennetler olur. Kâfir âhireti inkâr ettiği için dünyada zevk ve safâ ile vakit geçirir. Ona da âhirette hapis ve cehennemden, zakkum yemekten başka bir şey kalmaz. Büyükler çok az bir gıdaya kannat ederlermiş. Allah'tan, bizleri korumasını ve gözetmesini isteriz.
13
Seni yurdundan. Mekke'den
çıkaran, çıkmana sebep olan
şehir ahâlisin
den daha kuvvetli nice şehir ahâlisi
var ki, Biz onları helak ettik. Âyetteki ilk şehir, -bu, tercümede sonraki anılandır- diğerinin zayıf olması hasebiyle helake daha yakın olduğunu ifade etmek üzere şiddet ve kuvvetle nitelenmiştir. Ayrıca, işledikleri cinayet sebebiyle, helaki öncelikle hakettiklerine işaret için Mekkeliler, Rasûlüllah'ı çıkartmakla nitelenmişlerdir.
Onların hiçbir yardımcısı da yoktur. Bu cümle, onların kendiliklerinden kurtulamayacaklarının beyanından sonra, yardımcılar vasıtasıyla da azaptan kurtulamayacaklarını beyan etmektedir.
İbn Abbas ve Katâde şöyle demişlerdir: ”Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) Mekke'den hicret için mağaraya çıktığı zaman Mekke tarafına döndü: ”Sen Allah'ın en sevdiği beldesin. Eğer beni müşrikler çıkarmasaydı senden çıkmazdım," buyurdu.'" Bunun üzerine bu âyet indi. Bu durumda âyet, Medenî âyetler arasına girmiş Mekkî bir âyet olmaktadır.
14
Rabbi tarafından açık bir delil üzere oları kişi, şer ve diğer günahlar gibi
kötü ameli kendisine süslü gösterilen ve bundan ötürü sapık
nevalarına uyan, bu yollarının doğruluğuna delâlet eden bir delil şöyle dursun, şüphe bile bulunmayan çeşit çeşit sapıklıklar içinde yüzen
kimseler gibi midir? Durum böyle değil. İşlerinin sahibi ve Rabbi tarafından parlak ve açık bir delil üzere olan kişi, kötü ameli kendisine güzel gösterilen gibi olamaz. Yani hidayet üzere olanla, dalâlette olan eşit değildir.
15
Müttakîlere vaadedilen cennetin durumu şudur: İmanın ve sâlih amelin takva olduğuna işaret için mü'minlere, müttakîlcr denilmiştir. Takva; dinî görevleri tümüyle yapmak, günahlardan sonuna kadar kaçınmaktır. Âyetin anlamı şöyledir: Mü'minler için vaadedilen cennetin durumu ve hayrete düşüren özelliği, size okunacak olan âyette duyacaklarınızda.
Orada, vaadedilen cennette, ne kadar uzun süre durursa dursun, tadı ve kokusu
bozulmayan sudan ırmaklar... Dünyadaki sular ise böyle değildir. Çünkü dünyadaki su, kabında veya bir yerde uzun süre kaldığı zaman bozulur. Ayrıca o, aynı araziden çıkmasına ve oraya bitişik olmasına rağmen tadı farklıdır. Bazen o su, hilkatinde kötü olan bir kokuyla veya kaynağındaki ya da mecrâsmdaki arızî bir bir sebeple bozulur.
Tadı değişmeyen, dünyadaki sütlerde olduğu gibi ekşimeyen
sütten ırmaklar... Bundan maksat, cennetteki süt ırmaklarının kendiliğinden bozulmamalarıdır. Ama onlar, değişmesini arzularsa değişir.
İçenlere lezzet veren kendisinde hoşlanılmayan tat ve koku bulunmayan lezzetli
şaraptan ırmaklar... ”Şarap": İnsanı sarhoş eden üzüm sırasıdır. Ya da tüm sarhoş eden içkilere şarap denilir. Cennetteki şarapta, dünya şarabında olduğu gibi sarhoş etme endişesi yoktur. O, sadece bir lezzettir.
Ve süzme içerisinde mum ve arı pisliği bulunmayan, Allah'ın saf olarak yarattığı
baldan ırmaklar vardır. Bal, arı salyası diye tarif edilir.
Hazret-i Ali, dünyayı tahkir babında şöyle demiştir: ”İnsanın dünyadaki en üstün elbisesi bir kurdun salyası (ipek), en iyi içecekleri de arının dışkısı (bal şerbeti) dır."
Bu ifadelerde, temsil yoluyla dünya içeceklerinin en lezzetlileriyle cennete üstün bir şekilde teşvik vardır. Çünkü bu sayılanlar, bolluk ve süreklilik özelliklerinin yanı sıra, değerlerini düşüren ve bulandıran şeylerden soyutlanmış olarak, bildiğimiz içeceklerin en değerlileridir. Allah (celle celalühü), bu nimetleri sayarken önce su nehirlerini andı. Çünkü bunlar, Arap topraklarının tamamen yabancısı olduğu ve Arapların son derece ihtiyaç duydukları şeylerdir. Bu nehirlerin suyu bozulmadığı için, ”bozulmayan" diye nitelenmiştir. Süt az olduğu için, onun nehirlerde akması son derece gariptir. Bu yüzden, ikinci olarak süt anılmıştır. Şarap pahalı olduğu için üçüncü olarak anılmış, en azı ve en şereflisi olduğu için de son olarak bal zikredilmiştir.
İbni Abbas: ”Cennette olan şeylerin dünyada, isimlerinden başka bir şey yoktur, ” der.
Onlar, müttakîler
için orada, vaadedilen cennette, yukarıda adı geçen nehirlerin yan ıs ıra
her çeşit meyve, azalmayan ve tükenmeyen her sınıf veya çift meyve -bu cümleden, çift anlamının anlaşılması; ”İkisinde de her çeşit meyveden çift çift vardır." (Rahman: 52) âyetinden istifade iledir-
ve Rablerinden büyük bir
bağışlama da vardır. Allah onlara geçmiş günahlarını aynıyla ve izleriyle silerek lütufta bulunur. Öyle ki artık bu günahları sebebiyle, sonuçta cezalandırılacaklarından veya kınanacaklarından korkmazlar.
Âyetin bu bölümündeki, bağışlanmanın Arapçası olan"mağfiratün" kelimesi, belirsiz olarak gelmiş ve bunun Allah tarafından olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu, te'kîd ifade etmektedir. Aslında bağışlanma, cennetten önce olur. Burada murâdedilen mana şudur: ”Bağışlamanın verdiği ve sebep olduğu nimetler..."
Hiç bu, Allah'ın vaadi gereği cennette ebedî kalacak kişi, alevi sönmeyen, esiri kurtarılamayan, garibinin yalnızlığı giderilmeyen ”Ateş, onların yeridir" âyetinde belirtildiği üzere,
ateşte ebedî kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan içirilenler gibi olur mu?
Denilmiştir ki: ”Onların, yüzleri ateşte kızardığı, başlarının derisi ayrıldığı ve kaynar suyu içtikleri zaman bağırsakları parçalanır ve dünürlerinden dışarı çıkar."
Ey Kahhâr olan Allah'tan gafil olan kişi! Şu benzetmeye bak. Hiç soğuk ve tatlı olan içecekle, acı ve kaynar olan su bir mi? Eğer insan sıcak bir eşek ahırına hapsedilse, oraya tahammül edemez. Bu onun ölümüne sebep olur. Harareti her türlü hararetin üstünde olan, cehenneme hapsedilen kişinin hali nice olur? Çünkü o cehennem, Kahhâr olan Allah'ın gazabıyla ateşlenmiştir. Böyle bir kaynar sudan içirildiğinde onun hali ne olur? O, dünyadaki tüm soğuk içeceklerin söndüremiyeceği bir hararettir. Öyleyse, sonu cehennem ve kaynar su olacaksa, dünya nimetlerine aldanmamak lâzımdır.
16
Onlardan, münafıklardan
seni dinleyenler de var.
Münafıklar, Hazret-i Peygamber'in meclisine gelip, konuşmasını dinliyorlardı. Ama kendilerinden bir gevşeklik olarak, ona yeterince itina göstermiyorlar ve yeterince gözetmiyorlardı.
Sonuçta, senin yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilmiş olanlara: Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Ebu'd-Derdâ gibi bilgin sahâbilere:
'O, az önce ne söyledi?' derler. Bu, öğrenmek maksadıyla sorulmuş bir soru şeklinde ise de aslında alay yolludur.
Onlar, hayır tarafına hiç dönmedikleri için
Allah'ın kalplerini mühürlediği, sadece kendi bâtıl
hevâ ve heveslerine uyan kimselerdir. Bu yüzden, yaptıkları hayırsız işleri yaptılar. Ayette geçen ”tabea" mühürledi, ”tâbi"' da mühür demektir. Râgıb, tab' bir şeye şekil verilmesidir. Sikke ve paranın basılması gibi. Bu bakımdan bu, yine aynı anlamda olan ”hatm" kelimesinden daha umûmi ”nakş" kelimesinden de daha husûsî mânâ ifade eder.
17
Doğru yola girenlere gelince, ki onlar mü'minlerdir.
Allah tevfik ve ilhamla
onların hidayetlerini artırmış, günahlardan
nasıl sakınacaklarını ilham etmiştir. Yani onlarda takvayı yaratmış veya sakınacakları şeyi açıklamıştır.
18
Onlar, münafıklar ve kâfirler,
kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka neyi bekliyorlar? Yani onlar, eski milletlerin durumlarını, kıyametin gelmesi ile ilgili haberleri, o zaman olacak büyük şeyleri düşünmüyorlar. Bizzat kıyametin ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar.
Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir. Bu, kıyametin ansızın geleceğinin sebebidir. Mutlak anlamda gelişinin değil. Yani, onu hatırlamayı gerektiren şeylerden, bizzat kıyametin kendisinin gelmesinden başka gözetilen birşey kalmadı ki onu beklesinler. Çünkü onun alâmetleri geldi ama başlarını kaldırıp bakmadılar. O halde kıyametin gelişi şüphesiz ansızın olacaktır. Burada kıyametin alâmetlerinden maksat: Hazret-i Peygamber'in gönderilişi ve ümmetinin son ümmet oluşudur. Onun gönderilişi, dünyanın sonunun yaklaştığına delildir.
Artık bu onlara geldiği zaman, düşünüp anlamaları neye yarar? Artık düşünmeleri yararsızdır, bunun kendilerine bir faydası yoktur. Şu âyet de aynı manayı ifade etmektedir: ”O gün insan yaptıklarım hatırlar ama bu hatırlama neye yarar?" (Fecr: 23) Yani kıyamet geldiğinde hatırlamalarının faydası yoktur.
Meklıûl, Huzeyfe'den şöyle rivayet etmiştir: ”Hazret-i Peygambere 'Kıyamet ne zaman?' diye soruldu. Rasûlüllah şu cevabı verdi: ”'O konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir. Ama onun alâmetleri vardır. Bu alâmetler şunlardır: Çarşılar yakınlaşacak, yağmur olacak ama bitki bitmeyecek, fitne yayılacak, fahişelerin çocukları görülecek, mal sahibine saygı gösterilecek, fasıklann camilerde sesleri yükselecek, yanlış yolda olanlar hak yolda olanlara hakim olacak.'" (10)
10- Hadisi Taberânî şu lâfızla rivayet etmiştir: ”Yağmurun artması, bitkinin azalması, okuyucuların çoğalması, fakiklerin azalması kıyametin yakınlığıudandır..." Müellifin anlattıkları, kıyamet alâmetlerinin çeşitli hadislerdcki müteaddit rivayetlerdir. Bkz. Suyûtî, el-Fethu'l-Kebir, 3/140; ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/50.
Bir hadisi şerifte belirtildiğine göre Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ”Emanet kaybedildiğinde kıyameti bekle." Kendisine: ”Emanet nasıl kaybedilir?" diye soruldu. ”İşler ehli olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle," cevabını verdi. (11)
Kelbî, kıyamet alâmetlerinin şunlar olduğunu söyler: ”Malın, ticaretin ve yalancı şahitliğin artması, akraba ziyaretinin kesilmesi, cömertliğin azalması ve kötülerin çoğalmasıdır."
Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Siz ancak azdıran bir zenginlik veya unutturan bir fakirlik yahut bozan bir hastalık veya bunatan bir ihtiyarlık yahut çabuk gelen bir ölüm veya deccalı -o beklenen en kötü gâihtir- veya kıyametten başka bir şey mi bekliyorsunuz? Kıyamet, daha büyük bir musibettir ve daha acıdır."(12) İnsanın kıyameti, ölümüdür. Öyle ise ölmeden önce, ölümden sonrası için hazırlık yapsın.
19
O halde bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Saadetin mihverinin tek Allah'a inanmak ve ona itaat etmek; mutsuzluğun sebebinin de Allah'a ortak koşmak ve isyan olduğunu bildiğine göre, tek Allah inancına ve onun gereği ile amele devam et. Bu, ”Bize doğru yolu göster" (Fatiha: 6) âyeti gibidir ki anlamı: ”Bizi doğru yol üzere sabit kıl," demektir.
İlim, amelden önce zikredilmiştir. Buna sebep, O'nun üstünlüğünü ve Allah'ın birliğini bilmek başta olmak üzere bilginin, meziyyet bakımından eşsizliğine dikkat çekmektedir. Çünkü, Allah'ın tek olduğunu bilmek, herkesin ilk vazifesidir. İlim, marifetten daha üstündür. Onun için âyette ”fa lern- bil ki" denilmiş, ”fa'rif-tam" denilmemiştir. Çünkü insan bazen bir şeyi tanır ama tam anlamıyla bilemez. Fakat bir şeyi iyice bilir, kühnüne vakıf olursa onu tanır. Allah'ın ulûhiyetini bilmek, sıfatlarını bilmek kabilindendir. Çünkü ulûhiyet sıfatlardan birisidir. İnsana, Allah'ın hakikatini bilmesi lâzım değildir. Zaten bu imkânsızdır.
Nefsin kemali olan tevhidin husulü, karşılık vermeyi gerektiriri olduğu için, Allah (celle celalühü) kişiye kendi nefsini olgunlaştırdıktan sonra başkalarını da olgunlaştırmasının gerekli olduğunu öğreterek -ki böylece kulların yaratılış gayesi olan kulluk hasıl olur- şöyle buyurmuştur:
Hem kendi günahın, hem de erkek ve kadın mü'minler için bağış dile. Yani Allah'tan bağışlamasını iste. Hazret-i Peygambere nisbet edilen günahtan maksat, efdal olanı terketmesidir. Onun yüce mevki sine itibarla, buna günah denilmiştir. Nitekim, iyilerin haseneleri, Allah'a yakın kullar için seyyie (kötü işler) dir. Ayrıca bu ifade ile Allah Rasûlü tevazua, nefsini yenmesine ve gücü yettiğince amele devam etmeye teşvik edilmiştir.
Erkek ve kadın mü'minler için bağış dilemesinden maksat, ümmeti için duâ etmesi ve onları, bağışlanmalarını gerektirecek amellere teşvik etmesidir. Çünkü onlar, Peygamber yanında buna en lâyık olanlardır. Zira onların yaptıkları hayırların bir misli de Rasûlüllah'adır. Çünkü hayra delâlet eden kişiye, o hayrı yapan kimsenin ecrinin benzeri vardır.
Âyet-i kerime mü'minlerin günahlarının çokluğundan dolayı istiğfara ne kadar çok muhtaç olduklarına işaret etmektedir. ”İstiğfar": Bağış ve günahın örtülmesini dilemek demektir. Bu ya günah işlemekten korunmakla olur. O zaman bunun manası, günaha girmekten korunmak ve muhafaza edilmek olur. Ya da günahın cezasını çekmekten korunmakla olur. O zaman da bunun mânâsı af ve günahın silinmesini istemek olur.
Bu âyet. Kurandaki en umut verici âyetlerdendir. Çünkü Allah (celle celalühü) bunu Rasûlü'ne emretmiştir. O halde onu kabul edeceğinde hiçbir şüphe yoktur. Zira eğer Allah, bu duayı kabul etmeyi dilemeseydi, böyle emretmezdi.
Allah dünyada rızık temini ve ticaret için gezip tozduğunuz
dolaşıp durduğunuz yeri de bilir, âhirette
kalacağınız yeri de. Şüphesiz oralar sizin kalaca ğınız yerlerdir. Allah size ancak, dünyada ve âhirette hayırlı olanları emreder. Öyleyse onun emrine uymaya çalışın. İki âlemde de mühim olan odur. Şu kutsi hadis de buna işaret etmektedir: ”Eğer yedi kat semâ ve Benden başka oralarda bulunanlar, yedi kat arz'da ve Benden başka oralarda oturanlar terazinin bir kefesinde, Lâ İlahe İllallah da diğer kefesinde olsa, Lâ Ilâhe illa Hah cümlesi onlara ağır basardı."
Şu da bilinmeli ki: Hazret-i Peygamberin peygamberliğine şehadet olmadan tek Allah inancı fayda vermez. Yani sadece ”Lâilâhe illallah" deyip, ''Muhammedü'r-Rasûlüllah'' dememek fayda vermez. İki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar için bağış istemekte, iyiliğin (hasenenin) fazlalaşmasını elde etme vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) günde yetmiş kez -bir rivayete göre yüz kez- müminler, özellikle şehitler için istiğfar eder, kabirleri ziyaret edip, ölüler için bağış dilerdi.
Âyet-i kerimeden anlıyoruz ki kişi, istiğfara önce kendisinden başlamalıdır. Başkası için duâ eden kişi, onu duaya kendisinden daha muhtaç görmemelidir. Aksi halde, gurura kapılır. Bu yüzden duâ edenin önce kendisi için, sonra başkaları için duâ etmesi emredilmiştir. Allah'ım! Bizi bağışlananlardan kıl!
20
İnananlar: Vahyi arzulayarak, cennet ve şehitlik ya da zafer ve ganimet nimetlerinden dolayı cihadı isteyerek: Cihadı emreden
''bir sûre indirilmeli değil miydi?' derler. Fakat açıkça ve savaşın gerekliliğini ifade eden, başka hiçbir şeye ihtimali olmayan
hükmü açık bir sûre indirilip de içerisinde savaş zikredilince...
Katâde: ”İçerisinde savaş anılan her sûre muhkemdir, neshedilmemiştir," der.
Kalplerinde hastalık bünyelerinde zayıflık veya kalplerinde nifak -doğrusu bu manadır. O zaman maksat zahirî iman olur-
olanların, ölüm korkusuyla baygınlık geçiren bir kimsenin baktığı gibi sana baktığını görürsün. Yani onların gözleri, korkudan ve sızlanmaktan, kendisine ölüm gelip çattığında melekleri görüp dehşete düşen birisinin yaptığı gibi dehşetle açılır.
Âyet-i kerime işaret ediyor ki, ölümü ve cihadı Allah'a kavuşma aşkıyla karşılamak imanın işaretlerindendir. Ölümü kötü görmek gibi, cihadı da kötü görmek küfrün alâmetlerindendir.
Yazık onlara! ”Evlâ" kelimesi ism-i lafdil olup ya yakın olmak anlamında ”veîy" kelimesinden ya da dönmek anlamındaki ”âle" kelimesinden türemiştir. Birinci duruma göre mânâsı, onlara istemedikleri şeyin gelmesi için bedduadır. İkinci duruma göre ise, işlerinin hoş görülmeyen bir şekle dönüşmesi için beddua olur.
Râğıb, burada geçen ”evlâ" kelimesi ile ilgili olarak şöyle der: ”Bu, bir tehdit ve korkutma kelimesidir. Onunla, helake yaklaşan kişiye hitap edilir ve yaptığından uzak kalmaya teşvik edilir. Ya da bu kelime ile bir felâketten kurtulan kişiye seslenilir ki, bir daha o şeye girişmesin. Bu kelime çoğunlukla tekrarlanarak kullanılır. Sanki bununla işinin sonunu düşünmeye teşvik edilir. Tâ ki sakındırılan kişi dikkatli olsun."
21
(Onlara düşen:) İtaat etmek ve güzel söz söylemektir. Yani Allah'ın ve Rasûlü'nün emrine itaat ve emrolundukları cihada icabet konusunda güzel söz söylemektir. Ya da âyetten maksat: Tâat ve iyi söz söylemek kendileri için daha hayırlıdır. Üçüncü bir izah da; âyetin, onların sözünün hikâyesi anlamında oluşudur. Übey'in kıraati de bunu destekler: ”Tâat ve güzel söz derler." Yani biz bununla emrolunduk, derler. Nisa süresindeki şu âyet de buna benzer: ”Başüstüne elerler. Ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı gece, senin dediğinden başkasını kurar..." (Nisa: 81)
Cihad hususunda
iş ciddileşince ve cihad farz kılındığı zaman yani cihad etmeye kesin olarak söz verdikleri zaman cihada olan hırslarını bildiren sözlerinde
Allah'a sadakat gösterselerdi kendileri için yalandan, nifaktan ve savaştan geri durmaktan
daha hayırlı olurdu. Âyet işaret ediyor ki, bu, kendilerinden ”Bir sûre indirilmeli değil miydi?" sözü nakledilenlerinin tümüne şamildir. Onlardan maksat da, kalplerinde hastalık olanlardır.
22
Demek siz iş başına gelirseniz, insanların işlerini üstlenir, onlara emîr, vali, hakim olursanız
yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? Ey kalplerinde hastalık olanlar! Sizden beklenen bu. Siz bunu mülk hırsıyla ve dünyaya karşı olan ihtirasınızdan dolayı yapacaksınız. Sizin, her türlü kötülük ve fesadı uzaklaştırmak, hayır ve salâhı elde etmekten ibaret olan cihadla emrolunduğunuz zaman, dünyaya karşı hırsınızı ve din konusundaki zaafınızı gören kişi, sizden işte bunu bekler. Oysa sizden beklenen bu tür kötülükler değildir. Siz itaat ve güzel söz söylemekle emrolundunuz.
23
İşte onlar Allah'ın kendilerini lanetlediği, rahmetinden uzaklaştırdığı, kötü seçimlerinden dolayı hakkı duymayanlar kıldığı,
sağırlaştırdığı ve gözlerini, kendi nefislerinde ve evrende bulunan delilleri görmeyip gözlerini
kör ettiği kimselerdir.
Âyette ”kulaklarını sağır ettiği" denilmeyip ”sağırlaştırdığı" denildi. Çünkü kulağın gitmesi, duyma özelliğinin de yok olmasını gerektirmez. Öte yandan ”körleştirdiği" denilmeyip, ”gözlerini kör ettiği" denildi. Çünkü gözlerin olmayışı, görmemeyi daha doğrusu bilmemeyi gerektirmez.
24
Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? ”Düşünmek" diye tercüme ettiğimiz ”tedebbür" kelimesi aslında, işlerin neticesine, sonucuna bakmak, demektir. Buna göre âyette murâdedilen mana şudur: Kur'an'ı, içerisindeki öğütleri ve sakındırmaları araştırıp gözden geçirmiyor lar mı? Bunu yapsalar da, mahveden günahları işlemeseler ya.
Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var? Oralara neredeyse hiçbir söz ve öğüt ulaşmıyor.
Âyette, kâfirler, önce düşünmemekle, sonra da kalplerinin hiçbir düşünce ve fikri kabul etmeyecek şekilde kilitli olmasıyla yasaklanmışlardır. Bu, soru şeklinde ifade edilse de, sözün gelişi, onların öyle olduklarını belirtmektedir. ”Kalpler" nekre (belirsiz) olarak getirilmiştir. Bunun iki sebebi olabilir:
1- Onların halinden korkutmak, işlerinin fesat ve cehalette olduğuna işaretle durumlarının çirkinliğini ifade etmektir. Buna göre sanki, ”durumları bilinmeyen, katılıkta ne kadar oldukları takdir edilemiyen kalpler..." denilmiştir.
2- Maksat, onlardan sadece münafıkların kalpleridir. Onun için nekre olarak gelmiştir.
"Kilitler"in kalplere izafe edilmeleri, onlar için, bilinen ve demirden yapılan kilitlerden başka, durumlarına özel kilitlerin olduğuna işaret içindir. Çünkü onlar küfür kilitleridir, açılmazlar.
25
Gerçekten hidayet, açık alâmetler ve mucizeler
kendilerine açıkça belli olduktan sonra, gerisin geriye eskiden içerisinde oldukları
küfre dönenler var ya, ki onlar, kalplerinde hastalık ve diğer çirkin fiil ve haller olduğu, şeklinde nitelenen münafıklardır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber'i inkâr etmişlerdir.
Şeytan onları sürüklemiş, onlar için musibetlere gidişi kolaylaştırmış
ve onları uzun emellere düşürmüştür. Onların arzu ve emellerini artırmıştır. Bunun: ”Allah onlara mühlet verdi, cezalandırmakta acele etmedi," anlamında olduğu da söylenmiştir.
26
Bu, dinden tekrar küfre dönmeleri
onların, anılan münafıkların,
Allah'ın indirdiğini beğenmeyenlere: Yani Kur'anin, Allah tarafından olduğunu bildikleri halde sırf kıskançlıklarından ve kendilerine gelmesine tamahlarından dolayı, Hazret-i Peygambere inmesini hoş görmeyen Yahudilere:
'Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz' demeleri sebebiyledir. Buradaki bazı işler, şu âyette işaret edilen şeylerdir: ”Münafıkların, ehli kitaptan inkarcı olan dostlarına: 'Eğer siz yurdunuzdan çıkarılır sanız, biz de sizinle birlikte çıkarız. Size karşı hiç kimseye itaat etmeyiz. Savaşa tutuşursanız, size yardım ederiz,' dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şehadet eder." (Haşr: 11)
Haşr süresindeki bu âyette söz konusu olan ehli kitap, münafıklara arka çıkan ve onları dost edinen Benû Kureyza ve Nadir Yahudi (eridir. İtaat etmemeyi işaret ettikleri ”bazı şeyler" ile, küfürlerini açığa vurmak, savaştan önce işlerini fiilen açıklamak ve memleketlerinden çıkartılmalarıdır. Çünkü onlar, zaruri bir ihtiyaç zuhur etmedikçe, bunu yapmaktan kaçınıyorlardı. Çünkü kendilerini inanmış göstermekte bir takım dünyevî menfaatler vardı.
Oysa Allah, onların gizlediklerini yani Yahudilere gizlice söylediklerini
biliyor.
27
Melekler onların yüzlerine ve arkalarına demirden coplarla
vura vura canlarını alırken, halleri nice olacak? Yani onlar hayatlarında birtakım hileler yapıyorlar. Azrail ve yardımcıları bu şekilde canlarını alırken bakalım ne yapacaklar? Meleklerin, onları döverek canlarını almalarından maksat, onların en çirkin ve korkunç şekilde ruhlarının alındığını tasvirdir.
İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: ”Günah işlemekte olan birisinin canını melekler ancak yüzüne ve sırtına vurarak alırlar."
28
Bu korkunç öldürme,
onların küfür ve isyandan
Allah'ı öfkelendiren şeylere uymaları ve O'nun rızasına (sebep olacak şeyleri) yani Allah'ın razı olduğu tâat ve imanı
beğenmemelerinden dolayıdır. Çünkü onlar imandan sonra tekrar küfre dönmüşlerdir. Yahudilerle yaptıkları muamele ile tâatten çıkmışlardır.
İşte bu yüzden
Allah da onların mü'minken yaptıkları veya daha sonraki iyiliklerini -ki bunları mü'minken yapsalardı kendilerine fayda verecekti-
amellerini boşa çıkarmıştır. Küfür ve isyan, amellerin boşa çıkmasına, azap ve cezaya sebep olur.
İmam Gazali şöyle demiştir: ”Fâcirin yani günahkâr bir kimsenin ruhu alınırken, ıslak yünden şişin çekilip çıkartıldığı gibi çekilir. Öyle ki o kimse, karnına diken doldurulduğunu zanneder. Sanki canı bir iğne deliğinden çıkartılır gibi olur. Gökyüzü, yer üzerine çöker de o, ikisi arasında kalmış gibi olur."
Ka'b b. Ahbâr'a ölüm sorulmuş o da şu cevabı vermiştir: ”O, insanın karnına sokulmuş dikenli bir ağaç dalını, güçlü kuvvetli bir adamın şiddetle çekip çıkartması gibidir. O, parçaladığını parçalar, bıraktığını bırakır. Tam ölüm anı geldiğinde melekler, cehennem ateşiyle zehirlenmiş zehirli bir hançer saplarlar. Nefis kaçar ve dışarıda büzüşür. Melek onu, insan suretinde ama bir arı kadar ve civa gibi titrer bir vaziyette eline alır. Azap melekleri olan zebanilere verir. İşte bu, tacir ve kâfirin durumudur. İtaatkâr müminin durumu ise bunun tam aksinedir. Çünkü o, razı olunanlardandır."
Meymûn b. Mehrân şöyle demiştir: ”Tâifte İbni Abbas'ın cenazesine iştirak ettim. Cenaze, namazının kılınması için musallaya konulduğunda, beyaz bir kuş gelip kefenin üstüne kondu, sonra içine girip kayboldu. Bir daha bulunamadı. Kabrin üzeri düzeltilince, bir ses duyduk, ama kimseyi görmedik. O ses, şu âyeti okuyordu: 'Ey mutmain olmuş ruh! Hoşnut etmiş ve hoşnut olmuş olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış ve cennetime gir: (Fecr: 27-30)"
O halde aklı olan kişi, ölüme hazırlanmalı, hiç vakit kaybetmemelidir.
29
Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, münafıklar -çünkü nifak, şüphe ve benzeri şeyler gibi kaibî bir hastalıktır-
Allah'ın, kinlerini asla açığa çıkarmıyacağmı mı sandılar?
"Kin": Birisine karşı gönülde düşmanlık besleyip, intikam için fırsat gözlemektir. Âyetin anlamı şudur: Yoksa o, kalplerinde Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenler, Allah'ın onların kinlerini açığa çıkarmayıp, işlerinin gizli kalacağını mı zannettiler? Hayır, bu hemen hemen hiç ihtimali olmayan bir durumdur. ”Edgân", ”dığn" kelimesinin çoğuludur. Kin anlamındadır. Kin de, kalpte düşmanlık beslemek ve intikam almayı beklemek demektir.
30
Eğer Biz dilersek, onları sana gösteririz. delillerle sana öğretiriz.
Sen de onları şahıs şahıs
yüzlerinden, yüzlerine koyduğumuz alâmetlerle
tanırsın.
Hazret-i Enes şöyle der: ”Bu âyetten sonra, münafıkların hiçbir şeyi Hazret-i Peygamber'e gizli kalmadı. Onları simalarından tanırdı. Biz bir savaşta idik, aramızda dokuz tane münafık vardı. Halk onlardan şüphe ediyordu. Bir gece onlar uyudular. Sabahleyin kalktıklarında her birinin suratında nifak alâmeti vardı."
Yemin olsun ki, sen onları sözlerinin üslubundan da tanırsın. Üslup diye tercüme ettiğimiz ”lâhn" kelimesi; içerik, mana anlamlarına da gelir. Ya da sözü, ta'riz ve tevriye yönüne çekmesidir. Bundan dolayı, konuşurken hata eden kişiye, sözü, olması gereken şekilden ayrıldığı için ”lâhin" denilir. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştıır: ”Belki bazınız delil getirirken sözü diğer bazınızdan daha fazla çeşitli cihetlere götürür... ”(13)
Muhtâr'da şöyle denilmektedir: ”Lâhn" i'rabdaki hata, ”lâhan" ise akıllılık, beceri anlamındadır. Hadisteki ”bazınız delilinde daha lâhndır" sözü ”daha becerikli, daha hünerli" manasınadır.
İbni Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Âyette kastedilen sözden maksat: Onların: 'İtaat edersek bizim için ne sevap var, demeleri; isyan edersek ne ceza var, ' dememeleridir."
Allah yaptıklarınızı bilir de, kasdınıza göre size karşılık verir. Bu müminler için bir vaaddir ve durumlarının, münafıkların durumlarının aksine olduğunu bildirmektir.
Âyet-i kerime işaret etmektedir ki, yanlış ve bozuk zanlar, kalp hastalıklarındandır. Onlar, Allah'ın, bozuk inançlarına muttali olmayacağını ve Peygamberine bildirmeyeceğini zannettiler. Ama gerçek onların zannettikleri gibi değil. Aksine Allah onları rüsvay etmiş, gizlediklerini haber vererek açığa çıkarmıştır.
31
Yemin olsun ki Biz sizi savaşı emretmek ve benzeri güç yükümlülüklerle
imtihan ederiz. Bu, bilgi edinmek maksadıyla değil, bilgilendirmek kabilindendir. Ya da, azabı göstermekte daha iyi olsun diye, size imtihan eden gibi muamele ederiz.
Tâ ki içinizden cihad edenleri ve savaşın güçlüklerine karşı
sabredenleri fiilen
bilelim ve haberlerinizi açıklayalım. Yani yaptıklarınızla ilgili haberleri ortaya dökelim de onların iyisi kötüsü açığa çıksın. Çünkü haber, haber verilen şeye göredir. Haber verilen şey, iyi ise haber de iyi, kötü ise haber de kötüdür.
32
Şüphesiz inkâr edip insanları
Allah yolundan Allah'ın rızasına ulaştıran İslâm dininden
saptıranlar, men edenler
ve kendilerine -onlar, Kurayza ve Nadir Yahudileridir. Ya da Bedir Savaşı'nda yemek veren Kureyş'li liderlerdir-
doğru yol Rasûlüllah'ın nitelikleriyle ilgili olarak Tevrat'ta gördükleri ve Rasûlüllah'a inen âyetler ve gösterdiği mucizelerden
açıkça belli olduktan sonra Peygamber'e karşı gelenler muhalefet edip, düşmanlık gösteren, böylece Rasûlüllah'tan ters tarafta olanlar, küfürleri ve saptırmalarıyla
Allah'a hiçbir zarar veremezler. Karşı gelmek suretiyle Rasûlüllah'a da zarar veremezler.
Allah onların yaptıklarını, Allah'ın dinini iptal etmek ve Hazret-i Peygamber'i sıkıntıya sokmak için kurdukları tuzaklarını
boşa çıkaracaktır. İstedikleri kötülüğe ulaşamazlar. Onlar için olacak olan, Kurayza Yahudilerinin ve Bedirde yemek veren Kureyşlilerin başına geldiği gibi ölüm ve Nadîroğullarının başına geldiği gibi vatanlarından sürgündür.
33
Ey iman edenler! İman ve şeriat konularında
Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. O konuların hiç birinde Allah'a ve Rasûlüne karşı koymayın.
Amellerinizi boşa çıkarmayın. Onlar amellerini, küfür, riya, nifak, başa kakma eziyet, kibir ve benzeri şeylerin boşa çıkardığı gibi, siz de boşa çıkarmayın.
Bu ifade, Mutezile ve Hâricî'lerin iddia ettikleri gibi, tâatlerin büyük günahlar sebebiyle boşa çıktığına delil değildir. Bu mezheplere mensup olanların çoğu, bir tek büyük günahın bile bütün tâatleri boşa çıkaracağı görüşündedirler. Öyle ki, ömür boyu ibadet eden birisi bir damla şarap içse sanki hiç ibadet etmemiş gibi olur.
Âyetten anlaşıldığına göre, Allah'ın emri ve Rasûlü'nün sünnetine aykırı olarak yapılan amel ve tâatin hiçbir değeri yoktur. Çünkü böyle bir amel, kişinin tabiatındandır. O da zulmânîdir. Şeriat ise nûrânîdir ve insanın tabiatındaki zulmü gidermek maksadıyla gelmiştir. Şeriata dayanan amelin bir semeresi, kişiyi tabiatının karanlığından çıkartıp, hakkın aydınlığına ulaştırmaktır. O halde şeriata sarıl ve tâate devam et. Şeriata aykırı davranmaktan ve ihmalden sakın.
34
Şüphesiz Allah'ı ve Rasûlü'nü
inkâr eden ve insanları
Allah yolundan, rızasına ulaştıran yoldan
saptıran, sonra da kâfir olarak ölenlere, hayatı son bulanlara
gelince, Allah onları âhirette
katiyyen bağışlamayacaktır. Çünkü onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. Öldükleri hal üzere haşrolunurlar. Her ne kadar bu âyet, Bedir Savaşı'nda öldürülen ve leşleri Kuleyb Kuyusuna atılan kâfirler hakkında inmişse de, içerdiği hüküm, kâfir olarak ölen herkese şamildir.
35
Sakın gevşemeyin... Bu anlamı veren fiilin başındaki ”fâ" ya, ”fayı fasîha" denilir. Cümleye şu manayı verir: ”Okunan âyetlerde, Allah'ın onların düşmanı olup, amellerini boşa çıkaracağı ve günahlarını bağışlamıyacağı açığa çıkınca sakın gevşeklik gösterip, zaafa düşmeyin."
Ve siz üstünken -Kelbî'nin izahına göre, bazı vakitlerde onlar galip de gelseler son söz sizin olduğunda, kâfirleri hemen
barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. Şüphesiz mü'minlerin üstün olmaları ve Allah'ın iki cihanda onlarla bir, onların yardımcısı olması zillet ve boyun eğmekten kaçınmanın en başta gelen gereklerindendir. Şu aşağıdaki cümlede anlatıldığı üzere, amellerin karşılığının hiç eksiltilmeden verilmesi de, aynı şeyi gerektirir:
O, sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir. Ehli sünnet itikadına göre, ameller sevabı gerektiriri olmamakla beraber, amellerin zayi edilmeyeceği hükmü, insanlar tarafından değer verilen can ve malın telefi için kullanılan ”vetr" kelimesi ile, ”len yetıre=zayi etmez" denilmesi, Allah'ın inananlara olan lütfunun fazlalığını; sevap vermemeyi en büyük hakların telef ve zayi ayarında göstermek içindir. Bir kudsî hadiste Allah (celle celalühü) şöyle buyurmuştur: ”Ey kullarım! Onlar sizin amellerinizdir. Onları sizin için kaydediyorum. Sonra onları size tam olarak vereceğim. Artık kim hayır bulursa, Allah'a hamdetsin. Kim de başka bir şey bulursa, sadece kendisini kınasın." (14) Yani amellerinizin karşılığı, sizin için Benim katımda muhafaza altındadır. Sonra onları tam olarak size vereceğim.
14- Bu, Müslim'in Sahilimde tahric ettiği uzunca bir kutsî hadisin bir bölümüdür. Başı: ”Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım..." şeklindedir.
Ebû Zer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Allah (celle celalühü)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ”Ben zulmü kendime haram ettim. Onu kullarıma da haram ettim. O halde birbirinize zulmetmeyiniz." Allah zulümden ve amellerin eksiltilmesinden münezzeh olduğuna göre kul nefsini hoş tutsun. Çünkü Allahü teâlâ cömertlerin cömertidir. Kendi fazl ve keremi ile kula, istediğinden fazlasını verir.
Ebul-Leys rahimehullah tefsirinde şöyle der: ”Âyet-i kerime şuna delildir: Müslümanlar müşriklerden daha güçlü oldukları zaman barışa yanaşmamalıdırlar. Çünkü bu, cihadın terkidir. Ama daha güçlü konumda değillerse o zaman barış yapmalarında mahzur yoktur. Çünkü Allahü teâlâ : 'Eğer onlar barışa meylederlerse sen de ona yanaş...' (Enfâl: 61) buyurmuştur."
Bir başka bilgin de şunları söylemiştir: ”Bu âyet, Müslümanları kâfirlerden barış istemekten nehyetmektedir. Bu yüzden, bazı âlimler bunun, Hazret-i Peygamber'in Mekke'ye sulhla değil, savaşla girdiğine delil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o, barış yapmaktan nehyedilmiştir."
Haddâdî de, Nisa sûresinin tefsirinde şöyle demiştir: ”Müslümanların savaşacak güçleri olduğu zaman kâfirlerle sulh yapmaları ve onlardan bir tek ferdi bile cizye almadan küfrü üzere bırakmaları caiz değildir. Ama onlara mukavemetten âciz olurlar, canları ve nesilleri açısından kâfirlerden korkarlarsa, o zaman onlardan cizye almadan, sulh yapmaları caiz olur. Çünkü barıştan men edilmesinin sebebi, güçtür. Sebep ortadan kalkınca, yasak da kalkar."
Bilginlerin çoğunluğuna göre Mekke, sulh yoluyla değil, zorla fethedilmiştir. Çünkü çatışma olmuştur. Eğer sulh yoluyla alınmış olsaydı Hazret-i Peygamber: ”Ebû Süfyan'ın evine giren güvendedir..." buyurmazdı.
36
Dünya hayatı basiretli olanların yanında
bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Boştur ve kandırmacadır. Ona itibar edilmez, ömrü, çok kısa bir süreyle sınırlıdır. Eğlence diye tercüme ettiğimiz ”lehv"; insanı, önem verdiği ve kendisini ilgilendiren şeylerden alıkoyan şeydir. Bu söz işaret etmektedir ki, başından sonuna, dünya ve dünyadakilerin gerçek anlamda varlığı söz konusu değildir. Bunlar arızî, yok olucu şeylerden ibarettir. Allah ise ezelî ve ebedîdir.
Ey insanlar!
Eğer iman edilmesi gereken şeylere
iman eder, küfürden ve günahlardan
sakınırsanız, Allah sizin mükâfatınızı verir. İmanınızın takvanızın ve yarışanların kendisi için yarıştığı sâlih amellerinizin sevahini verir.
Âyet, kalıcı olan âhireti istemeye teşvik etmekte, geçici olan dünyayı istemekten de iğrendirmektedir.
O, sizden mallarınızın, maişetinizi karşılamaktan âciz kalacağınız ölçüde, tamamını
da istemez. Onun istediği, malınızın küçük bir bölümü; kırkta biridir. Bunu fakirlerinize gönül hoşluğu ile verin.
37
Eğer sizden onları, mallarınızı
isteyip de tümünü talep ederek
sizi zorlasaydı, cimrilik yapardınız, vermezdiniz.
O da Allah (celle celalühü)
sizin bütün kinlerinizi açığa çıkarırdı. Şüphesiz Allah, insanoğlunun, kendisinden malını isteyene karşı buğz beslediğini bilir.
38
Ey, ”Allah sizden isteseydi ” hitabına maruz kalan muhataplar:
işte siz, Allah yolunda harcamaya çağrılanlarsınız. Bu ifadede, büyük bir azarlama ve onların durumunu tahkir vardır. Allah yolunda harcama; savaştaki harcama, zekât ve diğer sadakalara şamildir.
İçinizden kimi cimrilik ediyor. Ama, cimrilik eden ancak kendi zararına cimrilik eder. Şüphesiz Allah yolundaki harcamasının faydası ve cimriliğinin zararı kendisine döner.
Allah zengindir, size de, sizin sadakalarınıza da muhtaç değildir.
Siz ise fakirlersiniz. Allah'a ve O'nun yanındaki hayırlara muhtaçsınız. O'nun size emrettiği şeyler, onlardaki faydalara muhtaç olduğunuz içindir. Eğer emre uyarsanız kendi lehinize, uymazsanız kendi aleyhinizedir.
Cüneyd: ”Fakirlik kulluğa, zenginlik Rabliğe yakışır," demiştir.
Eğer siz imandan, takvadan, Allah'ın davet ettiği ve kendi yolunda harcamanızı teşvik ettiği şeylerden
yüz çevirirseniz, Allah yerinize başka bir millet getirir. Yani sizi helak eder, yerinize başka milletler yaratır.
Sonra da onlar imandan, takvadan ve Allah yolunda harcamaktan yüz çevirmekte
sizin gibi olmazlar. Aksine, onlara rağbet eden kişiler olurlar.
"Yüz çevirirseniz" sözü, Kureyşlilere yöneliktir. Yerlerine getirilecek olanlar da Medineli Ensâr'dır. Şu âyet-i kerime de bu kabildendir: ”Eğer bunlar, onları inkâr etselerdi, Biz derhal onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakırdık." (En'am: 89)
İlk hitabın tüm Araplara, yerlerine getirilenlerden maksadın da Arap olmayanlar ve İranlılar olması muhtemeldir. Nitekim bir rivayete göre; Rasûlüllah'a, bu âyetteki ”kavm/millet" soruldu. O esnada Selrnân Fârisî yanında oturuyordu. Onun uyluğuna vurup: ”Bu ve kavmi," dedi. Devamla: ”Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer iman Süreyya Yıldızı'na asılı olsa, Farslılardan bir takım insanlar onu alırdı,'" buyurdu. Bu hadisten anlaşıldığına göre; âyetteki ”torn"den maksat, Müslüman olan İranlılardır. Hadis ayrıca onların faziletine de delâlet etmektedir.
Allah'ın yardımıyla Muhammed Sûresinin tefsiri sona erdi.