RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ | NAHL SÛRESİ

 

NAHL SURESİ

1

Allah'ın emri geldi... Rivayet edildiğine göre Kureyş kâfirleri, kendileri için vaad edilen azabın geciktiği düşüncesiyle Rasûlüllah'la alay edip vaad dolayısıyla yalanlıyor ve şöyle diyorlardı: ”Eğer azabın geleceği konusundaki sözleri doğruysa, putlarımız bize şefaatçi olur ve bizi ondan kurtarır." İşte bunun üzerine bu âyet indi. Allah'ın emri olan vadedilen azap ve onun gelişinin belirtilmesi, bu azabın yaklaştığına ve kısa bir süre sonra gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla âyette kastedilen şey: ”Ey kâfirler! Size vadolunan şey yaklaştı" demektir.

Artık onu acele istemeyin. Allah'ın emrini ve onun gerçekleşmesini istemekte acele etmeyin. ”Acele etmek" kelimesi, herhangi bir şeyi zamanından önce istemek anlamındadır.

Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.

Burada Yüce Allah, kendisinin, bir ortağı olmaktan yüce ve münezzeh olduğunu belirtmektedir. Allah kendisini bu özelliklerin dışında tutmakla yüce zâtının bu tür benzetmelerden tamamen uzak olduğunu vurgulamaktadır.

Bu âyet indiği zaman şehadet parmağı ile orta parmağına işaret ederek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Benim gönderilmemle kıyametin kopması arası şu iki parmağın arası kadar yakındır."

2

Allahü teâlâ

melekleri... Yani Cebrail'i... Çünkü bir tek kimse, eğer yaptığı iş itibariyle önemli bir durumdaysa, onun gücünü yüceltmek için çoğul olarak isimlendirilir. Burada Cebrail'den ”melekler" şeklinde bahsedilmesi gibi. Ayrıca, Cebrail ile birlikte, vahyin korunması için yanında bulunan bir başka melek de kastedilmiş olabilir.

Kullarından dilediğine yani buna ehil olanlara

emrinden yani vahiy Allah'ın emirlerinden bir ruhtur.

Ruh ile yani vahy ile -ki, Kur'an da bu vahiydendir--, vahy ölü kalplere hayat verdiği ya da, dinî açıdan bedendeki ruhun yerini tuttuğu için burada ruhtan kasıt vahiydir.

İndirip: '(İnsanları) uyarın. Burada muhatap olan, kendilerine melekler yani Cebrail vasıtasıyla vahy gönderilen peygamberlerdir. Burada emreden Allah (celle celalühü) ve Allah'ın emrini ileten ise meleklerdir. ”el-İnzar" ise, uyarmak, bildirmek demektir: ”Ey Peygamberler insanlara bildiriniz" anlamındadır. Hiç şüphesiz şu konuyu, şu gerçeği bildirin ki

Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bu söz bir taraftan Allah'ın birliğini ifade ettiği gibi diğer taraftan bununla müşrikler korkutulmaktadır. Zira onlar, Allah (celle celalühü)'ın yüce zatına mütenasip olmayan benzerlikler ve ortaklıklar isnat etmekle ona şirk koşmakta idiler.

Benden korkun' benim azabımdan korkunuz

diye emretmektedir.

Bu âyette, meleklerin, Allah'ın kitap ve mesajlarını ulaştırma konusunda Allah ile peygamberleri arasında bir aracı olduklarına ve onlara vahyi indirdiklerine işaret vardır.

3

O, gökleri ve yeri, yani içinde bulunan her şeyle birlikte gökyüzüne ait ulvî cisimleri ve yer yüzüne ait süfli varlıkları

hak ile, bâtıl ve boş yere değil, bir hikmet ve faydaya dayalı olarak

yarattı. O, müşriklerin ortak koştuklarından ve yaratıcı gücü olmayan asılsız şeylerden

çok yücedir. Noksanlık ve ayıplardan münezzehtir.

4

İnsanı bir meniden yarattı. Buradaki insandan kasıt, Âdem oğullarıdır. Çünkü Hazret-i Âdem ve Havva meniden değil, aksine Hazret-i Âdem topraktan, Hazret-i Havva ise Hazret-i Âdem'in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştır.

Birden o, yani insan yaratıldıktan hemen sonra

apaçık bir mücadeleci, tartışan ve kendince deliller ortaya koyan

düşman olup çıktı.

El-Mehdevî'den şöyle nakledilmiştir: ”Übey b. Halef el-Cumahî'nin bir gün Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) çürümüş bir kemik getirerek: 'Ey Muhammed! Sen, Allah'ın, çürümüş olan şu kemiği yeniden hayata döndüreceğine mi inanıyorsun?' dedi. İşte bunun üzerine bu âyet indi."

5

Hayvanları da... Arapçada ”neam" kelimesinin çoğulu olan ”en’âm", deve, sığır, koyun ve keçiye denir. Bu isim çoğunlukla deve için kullanılmakla birlikte, erkeği ve dişisiyle bu sayılan sekiz çifte işaret eder. Ey Ademoğulları! Allah bunları sizin menfaatiniz ve yararınız için yarattı. Aynı şekilde diğer mahlukatı da başka bir şey için değil, kulların yararlanması için yarattı. Yüce Allah'ın şu âyetleri de buna işaret eder: ”O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı." (Bakara: 29) ”Göklerdekini ve yerde olanı hep sizin hizmetinize vermiştir." (Lokman: 20)

Onlarda sizin için ısınma... ”Dif", soğuğun zıddı olup sıcaklık anlamınadır. Daha sonra koyun yününden, deve tüyünden ve keçi tiftiğinden yapılan ve sıcaklık veren her elbiseye bu isim verilmiştir.

Ve daha birçok faydalı şeyler vardır. Bu hayvanlar, sütlerinden istifade etmek, yolculuk yaparken üzerlerine binmek, tarlalarınızı sürmek ve onları para karşılığı satmak gibi birçok zarurî ihtiyaçlarınızı karşılarlar.

Hem onlardan bazılarını da yersiniz. Onlardan yenmesi caiz olanların etlerini, yağlarını ve diğer kısımlarını yersiniz. Ancak kanları, kemikleri, cinsiyet ve dışkı organları yenmez. Çünkü bu kısımları haramdır.

6

O hayvanları

akşamleyin günün sonunda,

otlaktan ahırlarına veya dinlenme yerlerine

getirirken ve sabahleyin günün ilk saatlerinde ahırlarından çıkarıp

otlağa salarken, onlarda sizin için yukarıda sayılan ihtiyacınız olan menfaatler yanında

bir güzellik de yani insan gözü için hoş bir görüntü ve onlarda zevk alınan bir süs de

vardır.

7

Ağırlıklarınızı, yani yük ve eşyalarınızı, sizin gücünüzü aştığı için

ancak büyük zorluklarla sırtınızda taşıyarak

ulaşabileceğiniz, şayet develer, hayvanlar olmazsa, yüklerinizle beraber varamayacağınız veya çok zor şartlar altında varabileceğiniz

şehirlere yani uzak yerlere veya Mekke halkının ticaret amacıyla gittikleri Yemen, Mısır ve Şam'a

taşırlar.

Şüphesiz Rabbiniz, çok şefkatli, çok merhametlidir. Rabbiniz bu hayvanları, üzerlerinde yolculuk yapmanız, yüklerinizi taşımanız ve çeşitli şekillerde faydalanmanız için yaratmakla, sizin için büyük bir merhamet ve şefkat sahibidir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: ”Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir savaş meydanında arkadaşları ile dolaşırken buldukları bir kuş yavrusunu ellerine aldı. Yavru kuşun anne veya babasından biri bunu görünce yavruyu tuttukları eline saldırdı. Ve yavru ellerinden düştü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Bu kuşa hayret etmiyor musunuz? Yavrusu alındı ve hemen buna karşılık vererek ellerinize saldırdı. Allah (celle celalühü)'a yemin ederim ki, Allah (celle celalühü), kullarına bu kuşun yavrusuna gösterdiğinden daha merhametlidir."

8

Binmeniz için... Bu, hayvanlara binilmesindeki büyük faydalara işaret etmektedir. Çünkü hayvanların, binmenin dışında yük taşımak için de kullanıldıkları bir gerçektir.

Ve ziynet olarak... Yani binmenin yanında bir süs olarak onlarla ziynetlennıeniz için

atları, katırları ve merkepleri eşekleri

de yarattı. Daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri, kara ve deniz hayvanlarından türlü türlü yaratıkları

yaratır. Katır, at ve eşekten meydana gelir.

9

Doğru yolu göstermek Allah'a aittir. Ayetteki ”kasd" kelimesi, fail anlamında bir mastardır. Arapçada ”sebîlün kasdun" denir ki, anlamı doğru yol demektir. Mevlâ, -Rahmeti ve kesin va'di gereği- insanlara doğru yolu gösterir. Yoksa bu, Allah'a vacip olduğu için değil. Zira O, hiçbir şeye mecbur değildir. Yani hiçbir şey ona vacip değildir. İlâhî rahmeti gereği, insanlara, deliller getirmek, peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle, kendilerini hak yola, ulaştıracak doğru yolu gösterir.

Ama yolun eğri olanı da vardır. Yani doğru yoldan sapan, yürüyeni doğru yola götürmeyen yollar da vardır. Bu, Yahudilik, Hristiyanlık, mecusilik ile küfür üzerinde bulunan diğer bâtıl din sahipleri, kendi heva ve arzularına uyan kimselerle bidat ehlinin gittiği yollardır.

Eğer Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi. Yani, eğer Allah (celle celalühü) sizi sözü edilen tevhid yoluna ulaştırmayı isteseydi, bu fiile ulaştıran bir hidayet verirdi. Ancak bunu dilemedi. Çünkü O'nun dilemesi, o yola girmeye sebep olacak bir hikmete tabidir. Çünkü mükellefiyetin, sevap ve azabın temeli cüz'î iradedir. İnsana kendi cüz'î iradesiyle yaptığı amellerden dolayı sevap veya ceza verilir.

10

Sizin için gökten bulutlara ve ondan da yer yüzüne

suyu, bu suyun bir türü olan yağmuru, ezici kudretiyle

indiren O'dur. İçeceğiniz, şey

ondandır yani indirilen bu sudandır.

Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de ondandır. Burada Allah (celle celalühü)'ın ağaçlan, bitkileri önce zikretmesindeki kasıt, ağaçların, bitkilerin üretilmesinin, yoktan varedilmesinin insanoğlunun gücü dışında olduğunu vurgulamak içindir.

11

Yüce Allah, daha sonra suyun yararlarından söz ederek şöyle buyurmaktadır:

Sizin için, faydanız ve yararınız için

onunla yani gökten inen su ile, gıdaların, aslı ve hayatın direği olan

ekin, bir yandan katık, bir yandan da meyve olan

zeytin... Hadiste şöyle geçmektedir: ”Zeytini ekmeğinizin yanında katık olarak yeyiniz ve yağından sürününüz. Çünkü o, mübarek bir ağaçtan çıkar." Hadiste geçen ”zeyt" zeytindir. Onun için mübarek denilmiştir. Çünkü, Beyt-i Mukaddes gibi mübarek olan yerlerde biter. Böyle olmayan yerlerde az görünür.

Hurmalar... Burada geçen ”nahil" kelimesi, ”nahl" kelimesinin çoğuludur.

Üzümler... Kelimenin bu şekilde çoğul kullanılması, içindeki çeşitli türleri kapsaması dolayısıyladır.

Üzümün asıl adı ”meb"dir. Ona ”kemi" denilmesi câhiliyye döneminde olmuştur. Câhiliyye Arapları üzümün sanki ”kerem"den türediğini kasdeünişlerdir. Onlara göre üzümden yapılan şarap, içenleri, kereme yani cömertliğe şevkettiği için bu ismi vermişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), üzümü cahiliye döneminde kullanıldığı şekilde isimlendirmeyi yasaklamış ve bu konuda şöyle buyumıuştur: ”Kernt değil, ineb deyin. Şüphesiz ”kerm", müminin kalbidir." Onların zannettikleri kerem ve cömertlik şaraptan değil, mü'minin kalbindendir. Çünkü sarhoş kimsenin tasarruflarının çoğu aklının başında olmamasındandır. Öyle ise buna cömertlik denmez. Çünkü o, bu durumda cömertliğin ne olduğunu bilmeyen ve malını saçıp savuran bir çocuk gibidir.

Yüce Allah bu meyvelerin fazilet ve yararlarına işaret etmek için özel olarak zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur:

Ve bütün meyvelerden yani yüce Allah, meyve türlerinin her çeşidinden

bitirir. Şüphesiz ki bunda, yani suyun indirilmesinde ve bu sudan çıkarılan bitkilerde

düşünen bir toplum için... Tohumun ve çekirdeğin toprağa düşmesini, çiğin ve suyun ona ulaşmasıyla birlikte harekete geçmesini ve canlanmasını, daha sonra alt tabakası yarılıp damarların çıkmasını ve yer altına dağılmalarını, üst tabakasının varılmasıyla da oradan bir dal çıkararak büyümesini, daha sonra bu daldan yapraklanıl, çiçeklerin, tahıl ve meyvelerin yetişmesini ve nihayet bu ürünlerin çeşitli renk, şekil ve özelliklere sahip olmalarını anlayan ve idrak eden toplumlar için

büyük bir ibret vardır. Tüm bu faaliyetlerde Allah (celle celalühü)’ın büyüklüğüne, yüceliğine, ilminin, kudretinin ve hikmetinin kemaline işaret eden deliller vardır. Aynı şekilde bir tohumun yukarıdaki örnekte de açıklandığı gibi, sonsuz denecek bir şekilde üremesinde toprak ve içerisinde yetiştikleri ortam ayın olmasına rağmen renk, tat ve büyüklüklerinin farklı olmasında Allah'ın varlığına ve birliğine işaretler vardır. İşte bu delilleri görebilenler, bütün bu olayların Allah (celle celalühü)'ın fiili ve eseri olduğunu, Allah (celle celalühü)’ın kemal sıfatlarına hiçbir şeyin benzemeyeceğini, O'nun yüceliğine hiç kimsenin ortak olamayacağım, ibadete sadece O'nun lâyık olduğunu ve kulluğun da sadece O'na yapılacağını bilirler.

12

Yüce Allah'ın ”Ve O, gece ile gündüzü, birbirini izler yaptı" (Furkan: 62) âyetinde belirttiği gibi birbirini takip eden

geceyi, gündüzü, güneş'i ve ay'ı hayatınız, yaşamanız, meyvelerin gelişip olgunlaşması için

sizin hizmetinize verdi. Güneş ve ayın hareketlerinde ve dünyayı aydınlatmalarında sizin için yararlar vardır.

Yıldızlar da O'nun emrine bağlıdır. Yani diğer yıldızlar da, hareketlerinde, konumlarında ve bulundukları yerde Allah (celle celalühü)'ın emrine boyun eğdirilmişlerdir. Bunların hepsini Allah (celle celalühü) yarattı ve onları dilediği gibi idare etmektedir.

Şüphesiz bunda, zikredilen bütün bunlarda

aklım kullanan bir toplum için birçok açık deliller,

işaretler vardır. Akıllarını kullanan kimseler bunlara bakıp ibret alırlar. Bunlar, Allah'ın yüce kudretine, ilmine, hikmetine ve birliğine delâlet eder. Akıl sahipleri üzerinde düşünmeye bile gerek duymadan bunları hemen anlarlar.

13

Yeryüzünde muhtelif renklerde, sınıflarda

yarattığı hayvan, bitki ve meyve gibi

şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Bunlardan istediğiniz şekilde faydalanırsınız. ”Muhtelif renklerde''den maksat yeşil, beyaz, siyah gibi muhtelif şekillerde anlamında da olabilir. Netice itibariyle bütün bunları faydalanmanız ve yararlanmanız için hizmetinize vermiştir. ”Renkler" anlamındaki ”elvan"a sınıf manası verilmiştir. Çünkü çoğunlukla sınıfların farklı olması, renklerin farklı olmasından ileri gelir.

Elbette bunda daha önce zikredilenlere ek olarak burada belirtilenlerde de

öğüt alan bir toplum için... -Çünkü bunlar, onlardan habersiz olmayanlarca öğütten başka bir şeye ihtiyaç duymayan zorunlu bilgilerdendir.-

İbret vardır. Bunların tek ve ortağı olmayan yüce Allah'ın işlerinden olduğuna şehadet eden deliller vardır.

14

O, ondan yani tatlı ve tuzlu denizden

taze et yiyesiniz... diye denizi hizmetinize verdi. Burada tazelikten amaç, balıktır. Balıktan et olarak söz edilmesindeki maksat, balığın diğer hayvanlar gibi kesilmesine ihtiyaç olmamasından kaynaklanmaktadır. Burada ayrıca yüce Allah'ın kudretinin eksiksizliği açıklanmaktadır. Çünkü O, tuzlu, acı ve içilmesi mümkün olmayan bir suyun içinde taze ve lezzetli olan balığı yaratmıştır.

Balığa burada et denilmesinden dolayı, İmam Malik ve Sevrî et yemiyeceğim" diye yemin eden kişi, eğer balık yerse, onun yemini bozulmuş olur" dediler. Buna karşı şu cevap verilir: Yeminler örfe dayanır. Mutlak anlamda et denilince bundan balık anlaşılmaz. Nitekim yüce Allah kâfirleri ”hayvan" olarak isimlendirerek şöyle buyurmuştur: ”Hiç şüphesiz Allah nazarında yer yüzündeki hayvanların en kötüsü kâfirlerdir. ” (Enfal: 55) Dolayısıyla hayvana binmeyeceğim diye yemin eden bir kişi, bir kâfirin sırtına bindiğinde yemini bozulmamış olur.

Hayâtu'l-Hayavân isimli kitapta müftâbih olan görüşe göre köpek ve domuz şeklinde olsa bile yengeç, su kurbağası ve timsah dışındaki tüm deniz hayvanlarının yenmesi helâldir, denilir.

Ve ondan, yani tuzlu denizden

giyip takınacağınız, kadınlarınızın süsleneceği

süsler... Aslında süs eşyası, altın ve gümüş gibi ziynet eşyalarıdır. Ancak burada süsten amaç inci ve mercan diye adlandırılan kırmızı ve beyaz taştır.

Çıkarasınız diye, denizi de hizmetinize verdi. Avlanmanız, içine dalmanız ve üzerinde binerek geçmeniz gibi hizmetlerinizin görülmesi için denizi de emrinize veren yine Allah (celle celalühü)'tır.

Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun. Bunlar, Allah'ın lûtfunu aramanız yani, gemilere binerek O'nun vermiş olduğu geniş rızıktan ve nimetinden yararlanmak için ticaret yapmanız

ve O'na şükretmeniz içindir. Yani Allah (celle celalühü)'ın yüce nimetlerinin kıymetini bilip, O'nun tek olduğuna inanıp itaat etmeniz içindir.

15

Sizi sarsınaması için, yeryüzüne sabit dağları koydu. Dağsız yer yüzü, kemiksiz ete benzer. Hayvanın vücudunun kemikle ayakta durması gibi, yeryüzü de dağlar sayesinde sabit durmaktadır. Yeryüzü, küre şeklindedir ve kâinatın ortasında bulunmaktadır. Sabit dağların yeryüzüne konulması yüce Allah'ın büyüklüğünü gösteren bir tasvir ve kudretini ortaya koyan bir temsildir. Bu temsilden Öyle anlaşılmaktadır ki sanki biri onu eliyle tutmuş, yeryüzüne atmıştır. Nitekim bütün zorluklar O'nun için kolaydır. Yani yüce Allah'ın ”ol" demesiyle, yer yüzünde sabit dağlar meydana gelmiş ve hareketli halinden sonra dağlar sayesinde sağlam bir hale gelmiştir. Aynı şekilde yer yüzünde

nehirler meydana getirdi

ve çeşitli

yolları da doğru yolu bulasınız diye yarattı. Bunlardan yararlanarak, istediğiniz amaca ve evlerinize ulaşmanız için yarattı.

Büyüklerden biri: ”Dolambaçlı da olsa yoldan ayrılmayın, zor olsa da şehirlerde oturun, istenilen özelliklerde olmasa da bakire ile evlenin" demiştir.

16

İşaretler, yeryüzünde gündüz vakti yollarını bulabilmeleri için birçok alâmetler

de yarattı. Bunlar dağlar, ovalar, sular, ağaçlar ve rüzgârlardır.

Onlar, geceleyin başka işaretler olmasa da kara ve denizlerde

yıldızla da yollarını bulurlar. Yıldızla kasdedilen, ya mutlak olarak yıldız cinsidir. Ya da Süreyya ve oğlak yıldızıdır. Çünkü bu yıldızlar devamlı sabit olan kuzey kutbu etrafında daire biçiminde gözükürler ve hiç kaybolmazlar.

17

Yaratan, bu büyük şeyleri meydana getiren ki, O Allah'tır,

yaratmayan, kesinlikle herhangi bir şey yaratmaya güç yetiremeyen putlar

gibi midir? Buradaki soru, reddetmek içindir. Yani Allah'ın birliğine işaret eden deliller ortaya çıktıktan sonra hiç bu tür benzerlikler düşünülebilir mi?

Hiç düşünmüyor musunuz? Ey Mekkeliler! Bunu göz önünde bulundurmuyor ve düşünmüyor musunuz? İçinde bulunduğunuz bozgunculuğu bilmiyor musunuz?

18

Oysa size bolca verilen ve burada anılmayan

Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, sayamazsınız. Allah'ın bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun saymaya bile gücünüz yetmez. Hatta topluca bile sayamazsınız

Şüphesiz Allah çok bağışlayan, o nimetlerin şükrü konusundaki kusurlarınızda haddi aşmanızı örten,

çok esirgeyendir. Rahmeti ve nimeti boldur. Sizin günahlarınıza ve isyanınıza bakıp da rahmetini sizden kesmez, sizi ondan mahrum etmez.

19

Allah, gizlediklerinizi de, inanç ve amellerinizden içinizde sakladıklarınız şeyleri de,

açığa vurduklarınızı da, yani o inanç ve amellerinizden açıkça ortaya koyduğunuz şeyleri de

bilir. O'nun kapsamlı ilmine oranla sizin gizledikleriniz ve açığa vurduklarınız aynı seviyededir. Dolayısıyla O'nun hoşnutluğuna aykırı olan bir şeye cesaret etmemek, ondan sakınmak ve korkmak en uygun davranıştır.

20

Allah'tan başka yalvardıkları, yani kâfirlerin kulluk ettikleri ilâhlar... Duâ kelimesi, Kur'an'da çoğunlukla ”ibadet" anlamında kullanılır.

Hiçbir şey yaratamazlar. Yani bu, onların yapabilecekleri bir şey değildir. Çünkü onlar buna güç yetirmekten âcizdirler.

Zaten kendileri yaratılmışlardır. Yani gerçekte onların her şeyleri başka bir varlık tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla onlar da yaratıklardır.

21

Onlar ölüdürler, yani cansızlardır ve içlerinde hiçbir hayat belirtisi yoktur.

Diri değillerdir. Yani döllenme veya yumurtlama yoluyla hayat bulma kabiliyetine sahip değildirler. Mutlak anlamda ölüdürler.

Ve ne zaman dirileceklerini de bilmezler. Yani ilâh olarak tapılan bu şeyler kendilerine tapanların kabirlerinden ne zaman kalkacaklarını bilemezler.

22

İlâhınız tek bir ilâhtır. Hiçbir şey O'na ortak değildir.

Ahirete iman etmeyenlerin... Tekrar diriliş, amellerin karşılığının verilmesi ve daha başka şeylere inanmayanların... İman sözlükte, kalble tasdik, şeriatta ise kalble inanmak ve dille söylemektir.

Kalbieri inkarcıdır. Allah'ın birliğini kabul etmeyip inkâr ederler.

Onlar, büyüklük taslarlar. Allah'ın birliğini itiraf edip ululamaktan ve hakkı kabul etmekten büyüklenip uzak durmak onların değişmez özelliğidir. İnkâr onların seciyeleri gibidir.

23

Hiç şüphesiz Allah, onların inkâr olarak kalblerinde

gizledikleri şeyi de, kibirlerinden dolayı

açığa vurdukları şeyi de bilir. Doğrusu Allah, tevhidden yüz çevirerek ona karşı

büyüklük taslayanları sevmez. Bunlar, ister müşriklerden isterse inananlardan olsun, büyüklük taslayanlar grubuna girerler ve bu konuda eşittirler. Büyüklük taslamak, nefsi kendi gücünden üste yükseltmek ve hakkı inkâr etmektir. Şâir bu konuda ne güzel söylemiştir:

Yer yüzünde sadece mütevazı bir şekilde yürü

Onun altında senden çok daha yüksek nice kişiler vardır.

Şayet sen izzet, şeref sahibi ve güçlü isen.

Senden daha güçlü niceleri ölmüştür.

Bundan dolayı daima mütevazi ol ve kimseye karşı kibirlenme. Çünkü tevazu, cennet kapılarından bir kapıdır. Kibir ise, cehennemden bir kapıdır. Dolayısıyla cennetin kapılarını açmak, cehennemin kapılarını kapatmak gerekir.

24

Onlara: 'Rabbiniz ne indirdi' dendiği zaman: Kureyş halkı toplanarak: ”Muhammed, dili çok tatlı bir insandır. Birisiyle konuştuğunda onu hemen kendine bağlar ve kalbini kazanır. Sizden ileri gelenleri Mekke'nin yollarına çıkarın ve ona gitmek isteyenleri engellesinler" diye konuştular. Bunun üzerine onlar, bütün yollara çıkarak, Hazret-i Peygamber'in yanına kim gitmek isterse ona: ”O yalancının biridir. Ona ancak sefil ve köleler uyup inanırlar. İnsanlar ondan bir hayır görmezler. Onun kavminin seçkin ve ileri gelenleri onu terketmişlerdir" diyerek geri döndü itiyorlardı. Ancak içlerinden Allah'ın doğruya ulaştıracağı kimseler, onların bu sözlerine karşılık: ”Eğer, onu görmeden gidersek, kavmimizin en kötü insanları oluruz" diyerek Mekke'ye girerler, rastladı klan mü'minlere Hazret-i Peygamberi sorarlar, onlar da Hazret-i peygamber'in hayırlı bir kimse olduğunu söylerlerdi. İşte yüce Allah'ın bu buyruğu, buna işaret ediyor. Şu büyüklük taslayan müşriklere, Rabbiniz Hazret-i Muhammed'e ne indirdi, dendiği zaman:

'Eskilerin masallarını' dediler. Cevaplarını başka yöne çevirdiler ve: ”Bu, öncekilerin efsaneleri, yani geçmiş milletlerin uydurmaları ve onlarla ilgili sözleridir. İndirilen bu şeylerde bir şey yoktur" dediler.

25

Bunu, kıyamet günü kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, yani kendilerinin dalâlete düşmelerinden dolayı işledikleri günahları taşıyacaklar. Dünyada başlarına gelen şeylerden dolayı günahları mü'minlerin günahları gibi bağışlanmaz. Çünkü mü'minlerin namazdan namaza, ramazandan ramazana ve hacdan haca, bu ibadetleri yapmaya devam ettikleri müddetçe (küçük) günahları affedilir. Aynı şekilde mü'minlerin başına gelen belâlar, musibetler, hatta ayaklarının burkulması bile onların günahlannm karşılığının kefareti olarak kabul edilir. Âyette geçen ”evzâr", ”vizr" kelimesinin çoğuludur. Vizr, ağır yük demektir.

Saptırdıkları bilgisiz kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için yapıyorlar. Onlar, kendi günahlarının yanında saptırdıkları kimselerin günahlarının bazısını da yükleneceklerdir. Çünkü onların sapıtmalarına sebep olmuşlardır. Öyle ise günahta ortakdirlar. Bunlardan biri diğerini sapıtmaya çalışır, o da ona itaat eder. Böylece günahı beraberce yüklenirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmuştur: ”Kim kötü bir çığır açarsa bundan dolayı hem kendi günahını, hem onu takip eden kişilerin günahlarını kıyamete kadar çekecektir. ”(4) Âyette geçen ”bilgisiz kimseler"'den maksat gittikleri yolun kötü ve neticesinde günah işleyip ceza çekeceklerini bilmeyen kimseler kastedilmektedir.

Bak, ne kötü şey yükleniyorlar. Şüphesiz hiç kimse, bir başkasının günahını yüklenmez. Herkes başkalarının değil, kendisinin işlediği günahları yüklenir. Şüphesiz bu, başkalarının günah işlemesine sebep olmadığı takdirde böyledir. Çünkü öyle olması, ilâhî hikmetin gereklerinden değildir. Başkalarını sapıtmanın günahını çekmeye gelince, bu, kendi günahı demektir. Çünkü onun sapıtmasına sebep olmuştur.

26

Onlardan öncekiler de tuzak kurmuşlardı da... Âyette geçen ”nıekr" kelimesi, hile veya tuzak anlamındadır, yani Mekke halkı da, kendilerinden öncekiler gibi hile yaptılar ve bu hile, başkalarının değil, kendilerinin helak olmasına sebep oldu. Çünkü kim kardeşine kuyu kazarsa, içine kendisi düşer.

Bunun üzerine Allah, kurdukları binaları temellerinden sökmüş, onların evlerini temellerinden yıkmayı kasdetnıiş, böylece

üstlerindeki tavan başlarına çökmüştü. Yani kendileri içindeyken binaları temellerinden yıkarak, tavanı üzerlerine çökmüştü. Çünkü onlar evin yıkılması sırasında içersindeydiler. Eğer içinde olmasalardı, evin başlarına yıkıldığı söylenmezdi.

Böylece azap, yani rüzgârla helak edilmeleri

kendilerine ummadıkları yerden gelmişti. Onların tahmin ettikleri gibi veya geleceğini sandıkları şekilde değil, Allah on lan hiç ummadıkları ve beklemedikleri şekilde cezalandırmıştı. Mana olarak burada ifade edilmek istenen şey, hileci ve inkarcılarla Kur'an-ı Kerim için ”eskilerin masalları" diyenlere Allah (celle celalühü)'ın hiç beklemedikleri bir yerden ceza vermiş olmasıdır.

27

Bu azap, onların dünyadaki azaplarıdır.

Sonra kıyamet günü Allah onları yani bu iftiracı ve tuzak kuran kimseleri başkalarının önünde

rezil eder ve korkutmak ve gülünçlüklerini ortaya koymak için

der ki: 'Nerede o haklarında peygamberlere ve mü'minlere

düşmanlık ettiğiniz ve kendi zannınızca öyle kabul ettiğiniz

ortaklarım?' Gelip size şefaat etsinler ya da benim azabımdan sizi korusunlar bakalım!

Kendilerine ilim verilmiş olanlar. Allah'ın bir olduğu bilinci verilen peygamberler ve mü'minler, onlara, alay edercesine ve kızarak

derler ki: 'Gerçekten bugün rezillik, zillet ve aşağılanmalar

ve kötülük, azap ve cezalar

kafirleredir.' Allah'ı, O'nun âyetlerini ve peygamberlerini inkâr edenler üzerinedir.

28

İçinde bulundukları küfür ve kibirlenme hallerinde ısrar ederek

kendilerine zulmederlerken, meleklerin canlarını aldığı kimseler, yani ölüm meleği ve onun yardımcıları ruhlarını alıncaya kadar küfürlerinde ısrar eden kâfirler

şöyle diyerek teslim olurlar: Yani âhiretteki azabı gördüklerinde dünyada içinde bulundukları kibirlilik, inkarcılık ve isyancılığı bırakarak teslim olurlar ve derler ki:

'Biz dünyada

hiçbir kötülük yapmıyorduk.' Kendilerini azaptan kurtarmak için yaptıkları kötülükleri ve Allah'a şirk koşmalarını inkâr ederler. Melekler cevaben bu inkarcılara şöyle derler:

Hayır, bunların hepsini yaptınız.

Allah sizin yaptıklarınızı çok iyi biliyor. Allah bundan dolayı sizi cezalandıracak ve şimdi ceza zamanıdır. İnkâr etmeniz ve yalanlarınız hiçbir fayda vermeyecektir.

29

Öyleyse içinde ebedî kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Her grup, içerisinde ebedî ve devamlı olarak kalacağı yere, bölüme, kendilerine ayrılan kapılardan girsinler.

Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.

Ayette geçen ”mesvâ" menzil, kalınacak yer demektir.

Şeyh Ali Es-Semerkandî Bahru'l-Uyûn isimli tefsirinde şöyle der: ”Kibirlilik üç kısına ayrılır:

1- Allah'a karşı kibirlenmek. Bu, ki birin en kötüsü ve en çirkinidir ve kaynağı da katıksız cehalettir.

2- Peygamberlere karşı kibirlilik. Bunun sebebi de kibirlenen insanın peygamberleri de kendisi gibi bir beşer ve insan kabul etmesidir. Bundan dolayı ona itaat etmekten büyüklenir. Bu, kişiyi tıpkı Allah'a karşı kibirlenmek gibi, sonsuz bir azaba uğratır.

3- İnsanlara karşı kibirlenmek. Bu da onları küçük görüp kendisini büyük görmesinden kaynaklanır. Bu sebeple onlara uymaktan kaçınır. Kendisini insanlarla aynı seviyede kabul etmeyen bu tür kibirlilik çok büyük bir çirkinlik olup bunu yapan da en büyük cahildir.

30

Korunanlara da: -Bunlar inanan ve inançlarında samimi olan kimselerdir-

'Rabbiniz ne indirdi?' Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hangi şeyi indirdi

denildiği zaman, onlar cevap olarak:

'Hayır indirdi' dediler. Burada suale cevabın verilmiş oluşu indirilen şeyin gerçekten vuku bulduğuna ve peygamberin hak olduğuna işaret etmektedir.

Bu dünyada, güzel amel işleyenlere ve ”lâilâhe illallah Muhammedü'r-Rasûlüllâh" diyerek kelime-i tevhidi söyleyenlere

güzellik, güzel mükâfat

vardır. Çünkü kelime-i tevhid, Allah (celle celalühü)’ın bir olduğunu, Hazret-i Muhammed'in O'nun elçisi olduğunu ikrar, kabul ve tasdik etmek, güzelliklerin en güzelidir.

Âhiret yurdu ise, elbette daha hayırlıdır. İnsanlara dünyada verilenlere göre Âhiret hayatı bir cevher ve hazine özelliğindedir. Dünya ise onun yanında çömlek gibi kalır. Hiç şüphesiz mücevher çömlekten daha kıymetlidir. Hatta bu ikisi arasında münasebet bile yoktur.

Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: ”Takva sahiplerinin yurdu dünyadır. Çünkü âhiret için azığı orada temin ederler."

31

Zemininden ırmaklar akan, Adn Cennetlerine girerler. Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Orada diledikleri ve arzuladıkları her şeyi bulurlar.

İşte Allah takva sahiplerini Allah'a ortak koşmayan ve günahlardan sakınan herkesi

böyle, bu mükâfatlara benzeyen büyük ödüllerle

mükâfatlandırır.

32

Melekler, yani ölüm meleği ve yardımcıları

iyi insanlar, zulüm pisliğinden arınmış temiz insanlar

olarak canlarını aldığı kimselere de: 'Selâm size! Bundan sonra size hiçbir korku yoktur.

Kurtûbi şöyle der: ”Mü’minin canı alınacağı zaman, ölüm meleği gelir ve: 'Ey Allah'ın sevgili kulu! Selâm üzerine olsun: der ve onu cennetle müjdeler."

Yaptıklarınıza karşılık, itaat takva ve amellere devam etmenizden dolayı

girin cennete,' derler. Yani size Adn cennetleri hazırlanmıştır. Kabriniz cennet bahçelerinden bir bahçedir ve nimetlerin başlangıcıdır. Çünkü kabre iyi amellerle giren, sanki cennete girmiş gibi olur ve tükenmeyecek olan sonsuz nimetler bulur.

33

Mutlaka kendilerine meleklerin gelmesini, ölüm meleğinin ve yardımcılarının, ruhlarını almaya gelmesini

yahut Rabbinin dünya azabına ilişkin

emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Nitekim bu, Bedir savaşında başlarına gelmiştir.

Onlardan öncekiler, daha önce geçmiş milletler

de böyle yapmıştı. Şirk, zulüm yalanlama ve alay konusunda bunun aynısını yapmışlardı.

Allah onlara vereceği azaptan dolayı

zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. İçerisinde bulundukları küfür ve isyanları sebebiyle kendilerine haksızlık ediyorlardı.

34

Nihayet yaptıklarının cezası, kötü amellerinin karşılığı

onlara ulaştı ve alay ettikleri şey vaadedilen azap

onları kuşattı. Üzerlerine indi ve onları içine aldı.

35

Ortak koşanlar yani Mekke'liler

şöyle dedi: 'Allah, başka bir şeye ibadet etmememizi

dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık.' Yani Bahire, Sâibe, Vasile ve Ham gibi şeyleri haram kılmazdık.

Onlardan öncekiler de, Allah'a ortak koşan ve peygamberlere isyan eden önceki milletler de

böyle yapmıştı. Buna benzer çirkin davranışlarda bulunmuşlardı.

Peygamberlere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi? Yani onların görevi, hakkı kabul etme konusunda zorlamak değil, çağrıyı açık bir şekilde bildirmekten ibarettir.

36

Yemin olsun biz, her ümmete bir olan

Allah'a ibadet edin, tağuttan kaçının'... ”Tağut", şeytan ve sapıklığa çağıran her şeydir.

Diye bir peygamber gönderdik. Tıpkı seni gönderdiğimiz gibi, o ümmetlerden her birine özel peygamberler gönderdik.

Onlardan kimine, bu milletlerden bazısına

Allah hidayet etti. Onlarda Hakka kulluk etme ve tağuttan kaçınma duygusunu yarattı.

Kimine de sapıklık hak oldu. İnat ve ısrarlarından dolayı ölünceye kadar sapıklıkta kalmaları sabit olmuştur.

İşte yer yüzünde gezin de ey Kureyş topluluğu, etrafa

bir bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuştur? Sapıklığa düşenlerin başlarına gelen şeyi görür, belki onların yok oluşlarının ve uğradıkları azabın izlerini taşıyan evleri ve yurtlarından ibret alırsınız.

37

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sen onların doğru yola gelmelerini yani Kureyş'in hidayete ulaşmasını

ne kadar istesen de, bütün gücünle çaba göstersen de,

Şüphesiz Allah, doğru yoldan saptırdığı kimseleri hidayete erdirmez. Sapıklığı tercih edip o yolda gidenleri Allah zorla hidayete erdirmez.

Onların yardımcıları da olmaz ki onların azabını kaldırıp da onlara yardım etsin.

38

Onlar bütün güçleriyle: 'Allah ölen kimseyi tekrar diriltmez' diye yemin ettiler. Hayır, diriltecektir. Bu O'nun hak olarak verdiği bir sözdür. Bu, vaadinden dönmesi asla mümkün olmayan Yüce Allah tarafından verilmiş gerçek ve değişmez bir vaaddir.

Fakat insanların çoğu yüce

Allah'ın ilmini, kudretini, hikmetini ve diğer kemal sıfatlarını bilmedikleri için kendilerinin diri İtileceğini

bilmezler.

39

Hakkında ihtilâf ettikleri şeyi, müminlere karşı, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesi gibi dinin getirdiği kurallara karşı ihtilâf ettikleri şeyleri

onlara açıklaması ve inkarcıların da, Allah'ı inkâr edenler ve dirilişi kabul etmeyenlerin de

kendilerinin yalancı olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek.) Allah, durumun ortaya çıkması için, mü’min olsun kâfir olsun her öleni diriltecektir.

40

Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, değerli olsun veya olmasın, herhangi bir şeyin meydana gelmesini istediğimizde

ona sadece 'ol' meydana gel

dememiz yeter. Çünkü

O da hemen oluverir. Bu durum yüce Allah'ın istediği şeyin çabucak meydana geldiğini gösteren bir mecazdır ki, O'nun büyük gücünü ve kudretini gösterir. Çünkü emredilen her varlık, emri tam bir itaatkârlık içerisinde yerine getirir.

Fahru'l-İslâm'a göre ise burada mecaz değil sözün hakikati murad edilmiştir. Allah, varlıkların meydana gelmesindeki ilâhî kanununu, bu kelime ile gerçekleştirmektedir. Başka bir şekilde gerçekleştirmesi de mümkündür. Buna göre âyetin manası: ”Allah 'ol' der, o da bu sözün akabinde hemen oluverir" demektir.

41

Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri... Bunlar, Mekke halkı tarafından kendilerine zulmedilen ve yurtlarından çıkarılan, bu yüzden önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret eden, böylece iki hicretin sevabını kazananlardır.

Müslümanların Kureyş halkı tarafından zulüm ve işkenceye tabi tutulduklarını gördüğünde Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle söylediği rivayet edilmektedir: ”Yeryüzüne dağdın. Allah sizleri mutlaka birleştirecektir. ” Onlar Hazret-i Peygambere: ”Nereye gidelim" diye sorunca Hazret-i Peygamber: ”Habeş topraklarına gidin. Çünkü onların hiç kimseye zulmetmeyen bir kralları vardır. Ayrıca orası ; Allah'ın sizleri içinde bulunduğunuz bu durumdan kurtarmaya vesile olacak sadık ve dost bir memlekettir" buyurmuştur.

Elbette dünya'da güzel bir şekilde yerleştireceğiz. İyi bir yere kı orası da Medine-i Münevvere'dir. Zira bilindiği gibi Medine halkı bu hicret edenleri kucaklamış, onlara yardım etmiş ve himayeleri altına almışlardı.

Eğer, Allah'ın hicret edenlere her iki dünyada da iyilik vereceğini

bilirierse, O'na diğerlerinden daha fazla inanırlar.

Âhiret mükâfatı elbette daha büyüktür. Hicret ettiklerinden dolayı onlara vaadedilen mükâfat dünyada kendilerine verilenlerden daha büyüktür.

42

Onlar yani muhacirler

ki, vatanlarından ayrılmalarına karşı

sabrederler ve sadece Rablcrine tevekkül ederler. Her şeyi O'nun emrine bırakarak teslimiyet gösterirler ve ona güvenirler.

43

Senden önce ki milletler içinde

de, kendilerine çoğunlukla meleklerin diliyle

vahyettiğimiz erkeklerden başkasını, meleklerden değil erkek insanlardan başkasını peygamber olarak

göndermedik. Çünkü Kureyş müşrikleri ”Allah gönderdiği peygamberinin insan olmasından daha büyüktür, yani insandan peygamber göndermez" dediler.

Eğer bilmiyorsanız zikir ehline, kitap ehlinin âlimlerine

sorun. Onlar sizlere, yüce Allah'ın daha önceki milletlere, insanoğlundan başka peygamber göndermediğini haber vereceklerdir.

Bu âyette bilinmeyen bir şeyin âlimlere ve ilim sahiplere sorulması gerektiğine işaret edilmektedir. Bu konuda şöyle bir rivayet gelmiştir: ”Hikmet, mü'minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır." Dolayısıyla mü'minin tıpkı yitirdiği bir malı araması gibi hikmeti araması gerekir.

44

Biz o peygamberleri, açık delillerle ve kitaplarla, mucizelerle,

gönderdik. Burada ”kitaplar" şeklinde çevirdiğimiz ”zuhur" kelimesi, yazılmış kitap anlamındaki ”zebûr" kelimesinin çoğuludur.

Sana da, kendilerine indirileni... Bu kitaptaki hüküm ve yasaları, ayrıca helake uğrayan nesillerin durumlarını, Arap ve Arap olmayan tüm

insanlara açıklaman için Zikr'i yani Kur'an'ı

indirdik. Burada Kur'an ”zikir" olarak adlandırılmaktadır. Çünkü o, gafiller için bir hatırlatma ve uyarıdır.

Belki düşünüp öğüt alırlar. Kur'an'dakini düşünüp anlamaya çalışırlar. İçerisindeki gerçekleri farkedip bundan ders ve ibret alırlar. Böylece öncekilerin ceza ve azaplarına sebep olan tutum ve davranışları terkederler.

45

Kötü tuzaklar kuranlar... Bunlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tuzak kuran, İslâm'ı ortadan kaldırmaya çalışan, yani kötülük yapan, küfür ve isyanda bulunan Mekke'lilerdir.

Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden, yani Kânın ve ona uyanlara yaptığı gibi onları yerin dibine sokmayacağından

ya da hiç ummadıkları bir yerden, farkında olmadıkları bir zamanda

kendilerine azabın gelmeyeceğinden emin midirler?

46

Yahut dönüp dolaşırken dünyevi işlerle veya ticaretle uğraşırlarken

O'nun kendilerini yakalayamayacağından (emin inidirler?) Onlar Allahı âciz bırakacak değillerdir. Kaçmakla veya herhangi bir şekilde ondan kurtulmaya çalışmakla Allah'ın azabından kurtulamazlar. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Şüphesiz Allah zâlime mühlet verir, nihayet onu yakalayınca hiçbir şey onu kurtaramaz." buyrulmuştur. Yani ona, zulmünü artırıncaya kadar süre verir ve ömrünü uzatır. Sonra da şiddetli bir şekilde yakalar. Yakaladığında ise, hiç kimse onu Allah'tan kurtaramaz ve kurtuluşa eriştiremez.

47

Yahut kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından (emin mi oldular?) Âyetteki ”tehavvuf eksilme demektir. Buna göre âyetin anlamı ”onları, nefislerinde ve mallarında yavaş yavaş eksiltmeler yaparak helake getirmeyeceğinden ve bu şekilde yakalamayacağından emin midirler?" şeklinde olur.

Dolayısıyla onları tek bir durum içinde helak etmez. Bu üç durumun (yani yerin dibine geçirilmeleri, dünyada dönüp dolaşırken yakalanmaları ve nihayet yavaş yavaş tüketilerek cezalandırılmaları) zikredilmesinden maksat, Allah'ın gücü ve kudretine işaret etmek içindir. Çünkü Allah, cezalandıracağı kişiyi istediği gibi helak eder.

Hiç şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir. Çünkü Allah hemen cezalandırmıyor. Cezayı hak ettiğiniz halde yine de sizlere şefkatli davranıyor.

48

Mekke kâfirleri

Allah'ın yarattığı şeylere bakıp göryorlar mı?

Sonra, onlar bu gibi şeylere bakmıyorlar mı ki Allah'ın mükemmel gücünü ve kudretini düşünüp de O'ndan korksun lar.

Onların gölgeleri, Allah'ın kudretine boyun eğip secde ederek sağa sola döner, dolaşır. Burada ağaç, bitkiler, gövdesi olan ve gölgesi düşen her cisim kasdedilmiştir. Bunlar gölgeleri yerde olmakla Allah'a secde ederler. Bu gölgeleri uzayıp kısalarak Allah'ın isteğine uyarlar.

49

Göklerde bulunanlar, yüksekte bulunan her şey. Güneş, Ay ve yıldızlar bunlardandır.

Yerdeki canlılar, yer yüzünde bulunan ve yaşayan her şey

ve bütün melekler,ki bunlar da göklerde bulunurlar. Onların şanını yüceltmek ve yükseltmek maksadıyla ayrıca zikredilmiştir. Göktekiler, yerdekiler ve yüksek pozisyonlarına rağmen melekler

büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler. Allah'a ibadet ve secde etmekte kibirlenmezler. Tam aksine boyun eğerler. Çünkü her şey, haline uygun olarak yaratıcısının önünde secde eder. Yine her şey, yüce Allah'ın celâline uygun bir şekilde onu tesbih ederler. Bunlardan bazısı sözleriyle, bazısı da lisân-ı halleriyle Allah'ı tesbih ederler.

50

Onlar, üstlerindeki Rablerinden, büyük bir ürperti ve çekinmeyle bütün işlerinin sahibi olan Allah'tan

korkarlar. Allah, büyük bir güçle onların üzerindedir: ”O, kullarının üstünde kahredici güce sahiptir..." (En'am: 18)

Ve emredildikleri şeyi yaparlar. Allah'ın onlara, emrettiği şeyleri yaparlar, O'na itaat ederler.

51

Allah, tüm sorumluluk sahiplerine

şöyle buyurdu: 'İki ilâh tutmayın. O, ancak bir ilâhtır. O'nun ortağı, benzeri yoktur. O, eşten ve oğuldan münezzehtir. Başkasından değil,

yalnız Benden korkun' korunun.

52

Göklerde ve yerde melek, insan ve cinlerden

ne varsa, yaratılış ve mülk olarak

O'nun dur. Din de dâima O'nun dur. Yerde, gökte ve ikisi arasında bulunan her şeyin itaati ve bağlılığı O'nadır. Sadece O'na itaat etmek vaciptir.

O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? Allah'ın bir olduğunu, her şeyin yaratma ve mülkiyet bakımından O'na ait olduğunu bildikten sonra hâlâ O'ndan başkasına mı itaat ediyor ve O'ndan başkasından mı korkuyorsunuz?

53

Nimet olarak zenginlik, beden sağlığı, bolluk gibi nimetlerden

size ulaşan her şey Allah'tandır. Hepsi Allah tarafından verilmiştir.

Sonra size fakirlik, vücudunuza bir belâ, kıtlık gibi az

bir zarar dokunduğu zaman da bu zarar ve sıkıntıdan kurtulmak için, sesinizi yükselterek duâ ve yardım dileğiyle, başkasına değil,

yalnız O'na yalvarırsınız.

54

Sonra sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup... Onlar, sizin içinizdeki kâfirlerdir.

Hemen Rablerine ortak koşarlar. Başka varlıklara ibadet eder ve onlardan medet umarlar.

55

Kendilerine verdiklerimiz nimetler

e karşılık nankörük etmek için böyle yaparlar. Allah'tan başkasına ibadet ederler.

O halde bir süre daha faydalanın... Çok az bir süre dünyada yaşayın ve nimetlerinden biraz daha faydalanın. Bu bir tehdittir.

Fakat yakında durumunuzun âkibeti ni ve üzerinize inecek olan azabı

bileceksiniz.

56

Mekke kâfirleri,

bir de kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, ekinlerden, hayvanlardan ve bunların dışındakilerden

bilmedikleri şeylere yani putlarına

pay ayırıyorlar. Mekke kâfirleri, taptıklan putların hakikatini bilmiyorlar. Aksine bu putların fayda ve zarar vereceğine ve Allah katında şefaat edeceğine inanıyorlar.

Allah'a yemin olsun ki siz, iftira etmekte olduğunuz dünyada, onların ilâh olduğuna inandığınız ve kendilerinden medet umduğunuz

şeylerden mutlaka sorulacaksınız. Bu som onları kınamak ve korkutmak için olacaktır.

57

Onlar, şanı yüce, söyledikleri şeylerden uzak ve münezzeh olan

Allah'a kızları mal ediyorlar da, bunlar Huzaa ve Kinane kabileleri olup ”melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı.

Kendilerine hoşlandıklarını, çocuklardan erkek olanları seçip

alıyorlar.

Sonra yüce Allah, onların kızlara karşı takındı klan kötü tavırları tasvir ederek şöyle buyurmuştur:

58

Onlardan birine ”kızı olduğu ” müjdesi verildiği zaman, bir kız çocuğunun olduğu haber verildiğinde

içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Yüzü, üzüntüsünden ve sinirinden simsiyah olur. Kız çocuğu doğurduğu için hanımına kızar.

59

Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı, kınanmasından duyduğu utançla

kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde, zillet ve onursuzluk duygusuyla

yanında mı tutsun, bu aşağılığa razı mıolsun

yoksa toprağa mı gömsün? Bu olaydan dolayı o kadar kızıyorlardı ki, kız çocuğu doğuran bir kadını hemen terkediyoriar ve evine bile yaklaşmıyorlardı.

Bakın, erkek çocukları kendilerine seçmeleri dolayısıyle

verdikleri karar ne kadar kötüdür!

60

Kötü sıfat, daha önce kötülükleri zikredilen,

ahirete inanmayanlar içindir. En yüce sıfatlar ise Allah'a aittir. Yaratılan varlıkların sahip oldukları özelliklerden uzak olarak en temiz ve en yüce sıfatlar, özellikler ve meziyetler Allah'a aittir.

Çünkü O, her şeyden üstün, kudretinin kemaliyle tektir.

Ve hikmet sahibidir. Yaptığı her şeyi hikmet gereği olarak yapar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"İlk önce kız çocuğu doğurması kadının bereketindendir." Allah'ın şu âyetini duymadınız mı?:

"O, dilediğine dişiler, dilediğine de erkekler verir. ” (Şûra: 49)

Burada önce kız çocuğu zikredilmiştir. Yine bir Hadis-i Şerifte:

"Kime kız çocukları verilerek denenir de onlara iyi bakarsa kendisi için cehennem ateşinden koruyan perde olurlar. ”

61

Eğer Allah insanları, yani kâfirleri

zulümleri yüzünden, küfürleri ve işledikleri günahlar dolayısıyla

cezalandıracak olsaydı, yer yüzünde hiçbir canlı bırakmazdı, hepsini helak ederdi.

Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Onları çekecekleri azap vakti gelinceye kadar erteler ve onlara mühlet verir.

Ecelleri takdir edilen süre

geldiği zaman da onlar ne bir saat geri kalabilirler, yani o ecelden kurtulamazlar,

ne de ileri geçebilirler. Geri kalmadıkları gibi ileriye de gidemezler. Burada saatten maksat, en kısa zaman birimidir.

62

Kendilerinin hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a isnat ediyorlar. Kendilerinin kızlarının ve başkanlıkta ortaklarının olmasını istemiyorlar ama bunları Allah'a isnat ediyorlar.

En güzel sonucun kendilerinin olduğunu anlatan dilleri de yalan söylüyor.

"En güzel sonuçtan" maksat, cennettir. Onlar; eğer öldükten sonra gerçekten dirilme olacaksa cennete kendilerinin gideceğini söylüyorlar. Nitekim bu husus Fussılet: 51. âyetinde ” şöyle bildirilmiştir: Rabbime döndürülecek olursam, muhakkak benim için O’nun katında iyi halden en güzeli (cennet) var. ”

“Hiç şüphesiz onlar için ” umdukları güzel sonuç yerine kendisinden daha büyük ceza olmayan

sadece ateş vardır ve onlar önceden ona sürüleceklerdir. ” Ateşe atılacaklardır.

63

Allah'a Yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bu peygamberler onları hakka davet etti. Fakat onlar bu davete uymadılar.

Şeytan onlara işlerini süslü gösterdi. Çirkin şeyleri, küfürlerini, yalancılıklarını süsledi onlar da bu fiillerinde ısrar ederek iman etmediler.

İşte o şeytan,

bugün de bu dünyada

onların dostudur. O ne kötü bir dosttur.

Onlar için ahirette

elem verici bir azap vardır. O da cehennem azabıdır.

64

Biz bu kitabı, yani Kur'an'ı

sana ancak, hakkında ihtilâfa düştükleri Allah'ın birliği, âhiret, helâl ve haram konularındaki

şeyleri onlara yani insanlara

açıklaman ve iman eden bir topluma hidayet ve rahmet olması, sapıklıktan hidayete ve azaptan rahmete ulaştırması

için indirdik. Burada Kur'an'ın mü'minler için hidayet ve rahmet olduğu belirtilmiştir. Çünkü bundan asıl faydalananı ar mü'minlerdir.

Malik b. Dinar'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir. ”Ey Kur'an'ın taşıyıcıları. Kur'an sizin kalbinize ne ekmiştir? Unutmayınız ki nasıl ilkbaharda yağan yağmur yer yüzünü canlandırıyorsa Kur'an da mü'min'in kalbini canlandırır."

Hazret-i Ali b. Ebû Talib (radıyallahü anh)'den de şöyle rivayet edilmektedir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: ”Bir fitne çıkacak" dediğini duydum. Ona: ”Ondan kurtuluş neyle olacak ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordum. Şu cevabı verdi: ”Allah'ın kitabıyla. O kitapta sizden öncekiler ve sizden sonrakiler hakkındaki haberler vardır. Aranızda cereyan edecek olaylar hakkında da hükümler vardır. O, alay ve şaka değildir, aksine kesin hükümdür. Alimler ona doyamaz. O, Allah'ın en sağlam ipidir. O, Rabbin zikri ve doğruluk yoludur. Kim onunla konuşursa doğruyu söyler, kim ki onunla hüküm ve karar verirse adaletle hükmetmiş olur. Onunla amel eden mükâfatlandırılır, insanları ona davet eden doğru yola girer ve hidayet bulur.

65

Allah, gökten bulutlara ve oradan da yer yüzüne

bir su, yağmur

indirdi ve onunla yer yüzünü, yani yağmur vasıtasıyla yer yüzünde her türlü bitkileri çıkararak

ölümünden, yani kuruluğundan

sonra diriltti. Yeryüzü kupkuru hale geldikten sonra yağmur vasıtasıyla envâ-ı çeşit bitkiler bitirdi.

Şüphesiz bunda, gökten suyun inmesi ve yer yüzünün öldükten sonra dirilmesinde tefekkür ve öğüt almak amacıyla

dinleyen toplum için bir ibret vardır. Allah'ın birliğine, kudretine ve hikmetine işaret vardır. Oysa putların ve başka varlıkların hiçbir şeye güçleri yetmez. Âyette öğüt almak için dinlemeyen kimse, sanki bir şey işitmeyen sağır gibi kabul edilmiştir.

66

Şüphesiz sizin için ey insanlar,

hayvanlarda da deve, inek, koyun ve keçi olmak üzere dört tür hayvanda

büyük bir ibret vardır. İbret alan kimse, cehaletten kurtulur, ilme kavuşur. Burada âdeta, nasıl bir ibret vardır sorusuna karşı şöyle buyurulmuştur:

Size, onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından gelen,saf ve içerisinde kandan hiçbir iz olmadığı gibi işkembeden bir koku dahi olmayan saf,

içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz. Yiyecekler ve içecekler arasında ondan daha yararlısı yoktur.

Âyette geçen ”ferş" işkembede kalan yem artıkları demektir. Bu konuda şöyle denildi: ”Allah sütü kan ile işkembe arasındaki bir yerde yarattı. Dolayısıyla işkembe organı yemi sindirdiği zaman altı işkembe dışkısı, ortası süt, üstü ise kan olur. Süt ile bunlar arasında Allah'ın kudretinden bir perde meydana gelmiştir. Hiçbiri bir diğerine ne renk, ne tat ve ne de koku itibariyle karışmazlar. Daha sonra ciğer bu oluşumlarda devreye girerek kanın damarlara, sütün memelere akmasını temin eder, dışkının da işkembe vasıtasıyla dışarı atılmasını sağlar.

67

Hurma ve üzüm meyvelerinden de hem içki ve hem de güzel rızık edinirsiniz. Bu âyet, içkinin haram olmadığı zamanda inmiştir. Aynı zamanda içkinin sevilmeyen bir şey olduğuna da işaret edilmektedir. Ayette geçen ”seker" sarhoş edici şey demektir. Burada sarhoş edici şey mukabilinde güzel rızık zikredilmiştir. Güzelin karşılığında zikredilen şey, güzel olmaz.

İşte bunlarda, bu içecek ve yiyeceklerde

aklını kullanan bir kavim için, bu işaret ve delilleri aklını kullanarak dikkatlice gören ve inceleyen insanlar için

bir ibret vardır.

68

Ey Rasûlüm Muhammed!

Rabbin bal ansına şöyle vahyetti: 'Dağlardan, ağaçtan ve insanların yaptıkları kovanlardan kendine

evler edin. Burada ”vahyetti"den maksat, ilham etti, bal yapma duygusunu kalbine koydu, ancak keyfiyetini Allah'tan başkasının bilmediği bir şekilde ona öğretti. Allahü teâlâ  her hayvana, yararına olan şeyleri yapmasını, zararına olan şeylerden de kaçınmasını ilham etmiştir. Ayette ”ağaçlardan" denmeyip ”ağaçtan" denmiştir. Çünkü an, her ağaçta yuva yapmaz. Arıların yaptıkları yuvaları, insanların yaptıkları evlere benzetilerek ”evleri" şeklinde zikredilmiştir. Evinin altıgen oluşunda büyük bir maharet ve mimari üstünlük vardır. Arının yaptığı bu yuvayı, hiçbir mimar ve mühendis elinde en gelişmiş araç ve gereçler olmadan benzerini yapamaz. Arı, yuvasına altıgen şekli seçmiştir, çünkü bu, üçgen, dörtgen ve beşgenden daha geniştir ve aralarında hiçbir boşluk kalmaz.

69

Sonra her çeşit meyvelerden ye de, arzu ettiğin şekilde tatlısından, ekşisinden, acısından tüm meyvelerden ye. Burada meyveler genel olarak ifade edilmiştir. Ancak adetle tahsis edilebilir. Kovanından uzakta bulunan meyvelerden, çiçeklerden yediğin zaman

Rabbinin (senin için) kolaylaştırdığı yollarında yürü!' Dağlarda ve ağaçların altında Rabbinin sana ilham ettiği ve öğrettiği yoldan yuvana dön. Gerçekten arının etrafındaki yerler kurursa gıda almak için başka yerlere gider ve uzak yerlerdeki meyvelerden yer ve daha sonra hiçbir yere sapmadan tekrar evine döner ve bu güzergâhları kendine yol yapar.

Onların karınlarından kusına yolu ile çıkan

renkleri çeşit çeşit arının yaşına bağlı olarak beyazından, yeşilinden sarısından ve siyahından olmak üzere farklı renklerde bal üretirler. Beyaz renkli balı genç arılar, sarı renklisini ortayaşlılar ve kırmızı renklisini de yaşlı arılar yaparlar. Bu renk farklılığı çiçeğin farklı renklerde oluşundan da kaynaklanabilir.

Bir şerbet çıkar ki... Bal, içecek türden bir ürün olduğu için ”şerbet" olarak ifade edilmiştir. Arı çiçeklerin ve ağaç yapraklarının üzerinde bulunan taze, tatlı ve güzel kokulu maddeleri emerek gıdasını alır. Daha sonra almış olduğu bu gıdaları kusına yolu ile kovanlarına boşaltır. Arının kustuğu bu madde de Allah'ın izni ile bal olur.

Onda yani o içecekte yani balda,

insanlar için şifa vardır. İnsanların yakalandıkları bazı hastalıklar, acılar ve ağrılar için daha doğrusu şifasının balda olduğu bilinen hastalıklar için, balda, şifa vardır. Ancak bu demek değildir ki, balda her hastalık için şifa vardır. Onda diğer şifa veren ilaçlar gibi şifa vardır. Bu, hastalığın durumuna göre değişir. İbn

Mes'ud ve ibn Ömer (radıyallahü anh) genellikle yanlarından balı hiç eksik etmezlerdi.

Bir adamın Hazret-i Peygamberin yanına gelerek şöyle söylediği rivayet edilmektedir. ”Kardeşim karnından rahatsızdır." Hazret-i Peygamber de (sallallahü aleyhi ve sellem) cevaben: ”Ona bal içir" dedi. O adam da gidip kardeşine bal içirdi. Ancak kardeşi daha da kötü olunca, o da Hazret-i Peygamber'e gelip: ”kirdim, ancak daha kötü oldu" deyince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Git ona bal içir" dedi. Adam tekrar kardeşinin yanına gidip bal içirdi. Ancak bu sefer kardeşinin karnı daha fazla ağrımaya başladı ve adam tekrar koşarak Hazret-i Peygamber'e geldi ve: ”Ey Allah'ın Rasûlü! İç irdim, ancak daha da kötü oldu" deyince Hazret-i Peygamber: ”Git ona yine bal içir. Allah doğru söylemiştir. Kardeşinin karnı yalancıdır," buyurdu. Adam gitti tekrar bal içirdi ve Allah ona şifa verdi.

Elbette bunda, arının balında

düşünen toplum için bir ibret vardır. Arı, şu küçük vücudu ve zayıflığı ile kendi kendine bal meydana getiremez. Bunun ancak bir yaratıcı tarafından meydana geldiğini ve bu özelliği ile arıyı, diğer böcek ve haşeratı düşünürler. Allah'ın yaratıcı ve tek olduğunu, her şeye gücü yettiğini ve benzeri olmadığını kabul edip bundan ibret alırlar. İşte bunda Rabbin kudretine, yüceliğine ve büyüklüğüne işaret eden kesin ve açık deliller vardır.

70

İlim ve kudretiyle her şeyi kuşatan

Allah sizi yaratmıştır, sonra sizi vefat ettirecektir. Yani çocuk, genç ve ihtiyar halde iken Allah onların ruhlarını alır. Bu durumda en genciniz, onu ertelemeye güç yetiremediği gibi, yaşlınız da bunu öne alamaz. Kiminiz genç ve kuvvetli zamanında ölür.

Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye ölümünden önce

sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacaktır. Yani aklının, kuvvetinin ve anlama kapasitesinin eksilip, bünyesinin zayıflayacağı ve çocukluk yıllarındaki haline dönüşünceye kadar yaşatılacak. Bu da çok yaşlanıp bunaklık döneminin başladığı zamandır. Bu durumun ise belli bir yaşı yoktur. Bazen altmış yaşında bile bu duruma girilebilir. Bunun yanında bir de bakarsın ki adam yüz yaşını geçmiştir ama hâlâ aklı ve sıhhati yerindedir.

Şüphesiz Allah bilendir. Ömrünüzün ne kadar ve nasıl takdir edildiğini çok iyi bilen O'dur.

Kadirdir. Her şeye gücü yeter. Genci öldürebilen, yaşlı ve ihtiyarı yaşatabildi O'dur.

Bu âyette insanların ecellerinin farklı oluşunun ancak her şeye gücü yeten ve hakim olan Allah'ın elinde olduğuna dair ikaz ve uyarı vardır. Allah, her insanın bünyesini ve mizacını belirli bir kader çizgisi üzere ayarlayıp düzene koymuştur. Eğer bunlar, insanların tabiatlarından kaynaklansaydı onların karakterleri bu derece farklı olmazdı.

71

Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı.Yüce ve tek olan Allah, sizleri değişik durumlarda yarattı. Kiminiz fakir, kiminiz ise zengindir. Kiminiz işveren, kiminiz işçisiniz. Rızık ise, Allah'ın canlılara yiyecek ve içecek olarak vermiş olduğu şeylerdir.

Bu âyeti kerimede vurgulanan nokta ise; zengin kişinin aklının çokluğundan veya çok çalışmasından dolayı zengin olmadığı, fakirin de aptallığından, aklının azlığından ya da az çalıştığından dolayı fakir olmadığı anlamına geldiğidir. Aksine hepsi Allah'tandır. Her şey ancak O'nun isteğiyle olur. Şairin söylediği gibi:

Nice akıllı kişilerin yollarını kaybettiklerini,

Nice cahillerin de nimet ve rızık içerisinde olduğunu görürsün.

Üstün kılınanlar, yani rızık bakımından diğer insanlardan üstün olan kişiler

ellerinin altındakilere yani kölelerine

kendi rızıklarını vermiyorlar ki onda eşit olsunlar. Köleler ve efendilerin hepsi eşittir. Yani ellerinin altında bulunan kölelere, sahip oldukları rızıktan kendileri ile aynı seviyede olmasın diye vermiyorlar. Ancak az bir şey veriyorlar. Sonuç olarak kendilerine mal ve rızık verdiğimiz kişiler, bunda köleleri kendilerine ortak yapmıyorlar. Kölelerinin kendilerine eşit olmasını istemiyorlar. Oysa onlar insanlık ve yaratılış bakımından aynıdırlar. Öyle olduğu halde nasıl oluyor da Allah'ın kullarını ve yaratıklarını yüce Allah'a ortak koşuyorlar. ”Nerede toprak ve nerede yaratıkların Rabbi" sözünde görüldüğü gibi bu, müşriklerin yaptıkları çirkin davranışların ne kadar büyük olduğunu belirten bir vecizedir. Müşrikler telbiyelerinde şöyle diyorlardı: ”Sana geldik. Senin sadece bir ortağın vardır. Başka ortağın yoktur."

Yoksa Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar? Yani rızık verenin Allah olduğunu bildikleri halde hâlâ O'na ortak koşup nimetini inkâr mı ediyorlar?

72

Allah size kendi nefislerinizden kendi cinsinizden

eşler yarattı. Onlarla ünsiyet kurasınız, onlardan faydalan asınız ve sizin gibi çocuklarınız olsun diye kadınları yarattı.

Eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı. Sizin hizmetinizde olacak, size itaat edecek ve size yardımcı olacak çocuklar ve de onların çocuklarını yarattı.

Ve sizi bal ve benzeri

temiz gıdalarla nzıklandırdı. Zira asıl temiz ve lezzetli gıdalar cennettedir. Dünyada ise size bu gıdalardan sadece örnekler verilmiştir.

Onlar hâlâ batıla inanıp şan, şöhret ve yücelik bakımından bu kadar büyük olan Allah'a inanmayıp bâtıla mı inanıyorlar? Bu da putların kendilerine fayda verdiğine, bahîra ve benzerlerinin (bu terimler için bkz. Mâide: 103) kendilerine haram olduğuna inanmalarıdır.

Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? Onlar nimetlerin putlara ait olduğunu söylüyorlar. Batıldan kasıt putlar ve Allah'a ortak koşmaya götüren her şeydir. Allah'ın nimeti ise İslâm, Kur'an ve ondaki bütün hükümlerdir.

73

Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık veremeyecek, göklerden yağmur indirmek ve yerden bitki çıkarmak gibi herhangi bir rızık vermeye güç yetiremeyecek

ve bunu asla yapamayacak ve güç yetiremeyecek

olan şeylere tapıyorlar. Çünkü onlar cansızdırlar.

74

Allah'a benzerler ortaya koymaya, yarattığı şeylerden her hangi birini Allah'a benzetmeye ve O'na ortaklar koşmaya

kalkmayın. Çünkü darb-ı mesel, bir durumun diğer bir duruma ve bir olayın diğer bir olaya benzetilmesidir. Yüce Allah (celle celalühü) ise, tek gerçektir. Ezelî ve ebedî olarak benzeri yoktur.

Çünkü yaptığınız şeylerin iç yüzünü

Allah bilir ve ona göre sizi cezalandırıcıdır.

Siz ise bunu

bilmezsiniz. Bilseydiniz Allah (celle celalühü)'a karşı gelmezdiniz.

75

Allah şu örneği verdi: Buradaki ”örnek" (darb-ı mesel), bir durumun bir başka duruma ve bir olayın bir başka olaya benzetilmesidir. Yani Allah, şirk koştukları şeylerle kendisi arasındaki durumun farklılığını anlamaları için onlara şu hatırlatmayı yaptı:

Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine yüce katımızdan

güzel helâl ve hoş veya insanlarca güzel görünen ve beğenilen

bir rızık verdiğimiz ve bu rızıktan gizli ve açık olarak harcayan hür

bir kimse, hiç eşit olur mu? Bu ikisi konum, güç ve kudret bakımından eşit değildir.

Bütün hamd, Allah'a aittir. Bütün şükürler ve hamdler, bütün nimetleri veren yüce Allah (celle celalühü)'a aittir. Cansız putlar, hiçbir şükür ve hamde lâyık değildirler.

Fakat çokları bunu

bilmezler. İnsanların birçoğu bu nimetlerin Allah (celle celalühü)'tan başka varlıklar tarafından verildiğini sandıklarından dolayı onlara tapmaktadırlar.

76

Allah, şu iki kişiyi de çok açık bir şekilde

örnek verdi: Onlardan biri dilsizdir. Konuşamaz durumda dilsiz olarak doğmuştur. Anlayışının kıt, kapasitesinin az olmasından dolayı bir şey yapamaz,

hiçbir şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür. Efendisi

onu nereye gönderse bir hayır getirmez. Gittiği yerden herhangi bir faydalı şey yaparak dönmez.

Şimdi bu, yukarıda özellikleri anlatılan adam

doğru yolda yürüyerek, açık ve belirgin dosdoğru bir yol takip ederek

adaleti emreden kimse ile eşit olur mu? Yâni güzel konuşan, her işini yapabilen ve insanları, bütün güzelliklerin kaynağı olan adalete teşvik eden kimse daha önce özellikleri zikredilen kişi ile aynı olur mu?

77

Göklerin ve yerin gaybı, bunlarda insanların bilmedikleri şeyler

Allah'a aittir. Başkasına değil yalnızca Allah'a hastır.

Kıyamet saatinin durumu. burada geçen ”saat" kelimesi, kıyametin kopacağı vakit için kullanılan isimdir. Yani geliş hızı bakımından insanlarca bilinmeyen kıyametin kopması

göz açıp kapama gibi kısa bir süre

ya da daha yakındır. Kıyametin vuku bulacağı zaman anlatılandan çok daha basit ve çok daha kısa bir zaman içerisinde, göz açıp kapamadan da bilinen en kısa zaman olduğu için bu örnek verilmiştir.

Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. Onun, kıyameti koparmaya ve insanları yeniden diriltmeye de gücü yeter.

Enes b. Malik (radıyallahü anh)'dan: Bir adam Hazret-i Peygamber'e gelerek: ”Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu. Hazret-i Peygamber bu soruya cevap olarak: ”Onun için ne hazırladın" buyurdu. Adam ”Hiçbir şey, sadece Allah'ı ve onun Rasûlünü seviyorum onun için sordum" dedi. Hazret-i Peygamber de bunun üzerine: ”Sen sevdiklerinle beraber olacaksın"01' demiştir.

78

Siz, dünya ve âhiret konusunda

hiçbir şey bilmezken, Allah sizi analarınızın karnından çıkardı. Bu nimetlere

Şükredesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi. Âyette önce kulaklar zikredilmiştir. Bunun sebebi vahiy kulaklar vasıtası ile alındığı için, ya da kulakların idraki, gözün idrakinden daha önce olduğu içindir. Nitekim çocuk dünyaya geldiği zaman gözünün açılması, kulaklarının açılmasından daha sonra olur. Allah size bu organları verdi ki onlarla ilim ve marifet elde edersiniz, eşya hakkında bilgi sahibi olursunuz, inceliklerini anlarsınız, özelliklerini kavrarsınız. Böylece sizin için delile gerek olmayacak şekilde bilgi hasıl olur, bu yolla ilim elde etmiş olursunuz.

Göz, kulak ve kalpler için şükretmeye gelince, bunun yolu da bu organlar niçin yaratıldıysa o yönde kullanmakla olur. Meselâ kulaklarla Allah'ın kelâmını ve Rasûlüllah'ın hadislerini dinlemek, gözlerle Allah'ın âyetlerine bakmak, kalplerle de bu bakılan şeylerden Allah'ın varlığına birliğine, kudretine, ilmine delil getirmek gibi. Kim bu organları yaratıldığı şeyin dışında kullanırsa Allah'ın bu yüce nimetlerine nankörlük etmiş ve emanete hıyanette bulunmuş olur.

79

Yerden fazla uzak olmayan

göğün boşluğunda O'nun emrine boyun eğdirilmiş olan kuşlara, Allah'ın kudretine delil getirmek için

bakmadılar mı? Allah, kuşların uçmasını sağlayacak kanatlar yaratmıştır. Aslında kuş, bir cisim olduğuna göre yere düşmesi gerekir. Allah onların uçmasını kolaylaştırmıştır.

Onları (orada), havada, yere düşmekten geniş kudreti ve plânı ile

Allah'tan başka kimse tutamaz. Çünkü onların cisimlerinin ağırlığı ve havanın hafif oluşu düşmelerini gerektirir. Kuş için hava, denizde yüzen için su gibidir. Yüzen kimse kollarını açıp kapayarak, cismi ağır olmasına ve suyun sıvı olmasına rağmen suya batmaz.

Şüphesiz bunda, kuşlara uçmanın kolay kıstırılmasında

inanan bir toplum için ibretler vardır. Aslında herkes için ibretler vardır, ama, gerçek manada bundan inananlar yararlandığı için onlar zikredilmiştir.

80

Allah size, evlerinizi bir huzur ve sükun yeri yaptı. Taşlardan ve çamurdan yaptığınız binalarınızı sizin için huzur ve rahat bulacağınız, ikametinizde oturacağınız yerler yaptı

ve hayvanların derilerinden, gerek göç ettiğinizde, sefer ve yolculuk zamanınızda

ve gerekse bir yere inip orada

konakladığınızda sizin için bir yerden bir yere

taşınması kolay olan hafif ağırlıkta

evler yaptı. Bu evlerden, bir yerde ikamet etmeye karar verdiğinizde içerisinde ikamet edeceğiniz çadır, kubbe şeklindeki otağlar, kıl veya keçeden yapılmış çadırlar kasdedilmektedir.

Hayvanların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından yani koyunun yünlerinden, devenin yapağılarından ve keçinin kıllarından

bir süreye kadar faydalanacağınız sert ve katı olduklarından dolayı uzun bir süreye kadar dayanıklı olan elbise gibi giyilen ve kilim gibi yere serilen

bir ev eşyası ve kendisi ile faydalanılan bir geçimlik yaptı.

81

Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler, bulut, ağaç, dağ gibi gölgelendiğiniz ve sıcaktan korunduğunuz şeyler

yaptı. Hicaz son derece sıcak olduğu için Allah onlara bu nimetinin değerini hatırlatmıştır.

Sizin için dağlarda barınaklar içerisinde iskân ettiğiniz mağaralar, sığınaklar ve yollar

yarattı ve sizi sıcaktan ve soğuktan

koruyacak elbise olarak giyilen tüm eşyalar, pamuktan, ketenden, yünden ve benzeri maddelerden yapılan

elbiseler ve savaşta sizi yaralanma, darbe ve sakatlanmadan

koruyacak zırhlar yarattı. Zırhı ilk yapan Hazret-i Davud (aleyhisselâm) olmuştur.

İşte böylece Allah... verdiği bu nimetlerle

Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor. İsi âmin ve Müslüman olmanın buradaki anlamı teslim olmaktır. Yani Allah'ın size vermiş olduğu gizli ve aşikar olan nimetlerinin idraki içerisinde teslimiyet göstererek nimet verenin hakkını kabul edip O'nun eşi, benzeri olmadığına ve tek olduğuna inanmanız için ey Kureyş halkı! Allah sizin üzerinize nimetini tamamlıyor.

82

Yine de İslâm’dan

yüz çevirirlerse, kendilerine tebliğ edilen açık delilleri, öğüt ve nasihati arını kabul etmezlerse

sana düşen ancak açık bir tebliğden ibarettir. Senin her hangi bir kusurun yoktur. Çünkü senin vazifen açık olarak onlara tebliğ etmektir ve sen de bunu, üzerine düşenden fazlası ile yaptın.

83

Onlar, yani müşriklerden bazıları

Allah'ın nimetini bu sûrede zikredilen sayısız nimetlerin Allah'tan olduğunu

bilirler, itiraf ederler.

Sonra da onu nimet vermekten uzak olan şeylere kulluk yaparak fiilleriyle

inkâr ederler. Çünkü onların çoğu kâfirdir. Kalpleriyle inkâr ederler, anılan şeyleri itiraf etmezler. '

84

Her ümmetten onların iman, itaat, isyan ve küfürleri üzerine tanıklık yapacak

bir şahit, bir peygamber

göndereceğimiz gün -ki bu, kıyamet günüdür.-

artık ne kâfir olanlara izin verilir. Allah'tan özür dilemelerine izin verilmez. Çünkü onların mazeretleri yoktur.

Ne de onlardan rıza dilemeleri istenir. Yani onlara ”Rabbinizi razı ediniz" denilmez ve onlardan rızayı gerektirecek bir şey de istenmez. Çünkü Allah'ın rızasını kazanmak, iman ve sâlih amelle olur. Âhiret ise mükellefiyet ve amel işleme yeri değil, bu dünyada yapılan amellerin karşılığının alınacağı yerdir. Dünya ise âhiretin tarlasıdır.

85

O zulmedenler, azabı gördüklerinde Kâfirlere yaptıklarından dolayı cezaları gösterildiğinde -ki o da cehennem azabıdır- bağırarak yaratıcıdan azaplarını hafifletmesini isterler.

Artık onlardan lâyık oldukları ve içinde bulundukları

azap hafifletilmez. Onlara süre de verilmez.. İstirahat etmeleri için onlara zaman da tanınmaz.

86

Ortak koşanlar, ortaklarını, müşrikler, tapındıkları putları

gördüklerinde derler ki: 'Rabbimiz! İşte bunlar, seni bırakıp da tapmış olduğumuz, sana ortak koştuğumuz, seni bırakıp ibadet ettiğimiz

ortaklarımızdır.' Bu durum onların yaptıklarının yanlış olduğunu kabul edip itiraf etmelerinin ifadesidir.

Onlar, yani ortak koştukları

da bunlara: Allah'ın onlara verdiği konuşma yeteneği sayesinde kâfirlere: Ey müşrikler

'siz mutlaka iddia ettiğiniz konuda

yalancılarsınız.' Biz Allahın ortakları değiliz ve bize ibadet etmenizi de emretmedik

diye lâf atarlar.

87

O gün Allah'a teslim bayrağını çekerler. Dünya'da Allah'a karşı gösterdikleri kibirden sonra O'nun hükmüne ve idaresine boyun eğerler

ve uydurmakta oldukları şeyler, Allah'a ortak koştukları, yardımlarını ve şefaatlerini bekledikleri putları

onlardan kaybolup giderler.

88

Kendileri

kâfir olup da, başkalarını da

Allah yolundan alıkoyanlar, İslâm'dan engelleyerek küfre teşvik edenler

var ya, işte yapmakta oldukları bozgunculuklardan, fesatta ısrarlı olmalarından, -ki bu daha önce sözü edilen alıkoymalarıdır-

dolayı onların azaplarını kat kat artırdık. Onlar, küfürleriyle buna hak kazanmışlardır.

89

Her ümmet içinde, kendilerinden, yani mazeret beyan etmemeleri için kendi cinslerinden,

kendi üzerlerine bir şahit, bir peygamber

getirdiğimiz gün, seni de onların o milletlerin

üzerine şahit getirmiş olacağız. Tıpkı yüce Allah'ın: ”Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır?" (Nisa: 41) buyruğunda olduğu gibi, onlar için şahit getirmiş olacağız.

Bu kitabı yani Kur'an'ı

da sana, kâmil bir kitap olarak

her şey için, din konusunda ve bu arada ümmetlerle onlara gelen peygamberlerin durumları hakkında son derece

bir açıklama, bir hidayet, tam bir doğru yola götürücü kılavuz

ve âlemler için

rahmet kaynağı, özellikle

Müslümanlar için de cennetle müjdeleyen

bir müjde olarak indirdik.

90

Şüphesiz Allah, adaleti, Kuranda, aranızdaki hukukî konularda adaleti, zulmü terketmeyi ve hak sahibine hakkını vermeyi,

ihsanı, güzel ameller işlemeyi emreder. Nitekim, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Şüphesiz Allah, her şeyde iyiliği emretti" buyurmuştur.

Bir kediyi hapseden ve ölünceye kadar ona yemek vermeyen bir kadının azap gördüğü, susayan bir köpeğe ayakkabısıyla su veren bir kadının da Allah'ın rahmetine kavuştuğu ve bağışlandığı rivayet edilmiştir.

Akrabaya vermeyi emreder. Akraba, yakınlar anlamındadır. Yani ihtiyacı olan yakınlara yardım etmeyi ve hayır duada bulunmayı emreder. Aslında bu da ihsan kapsamındadır. Burada akrabaya yardım edilmesinin ayrıca zikredilmesi, sıla-i rahimin önemini ortaya koymak ve faziletinin üstünlüğü konusunda uyanda bulunmak içindir. Sıla-i rahim, ister mahrem isterse gayrı mahrem olsun, ister vâris, isterse, dayı, teyze çocuklarıyla diğerleri gibi vâris olmayanlar olsun, bütün yakınlıklar için geneldir. Sıla-i Rahimi terketmek Allah'ın sevmediği şeylerden olduğu için, haramdır ve aynı zamanda rahmet meleklerinin gelmemesine sebep olur. Akrabalarla ilişkileri devam ettirmek ise vaciptir ve rızkın artmasına, ömrün uzamasına vesile olur. Bu görevin en basit olarak yerine getirilmesi ise, selâm vermek ya da selâm göndermekle yapılır.

Çirkin işleri, yalan söylemek, iftira etmek, şeriatı küçümsemek, zina, livata ve bunlara benzer günah işlemek, çirkin davranışlarda bulunmak,

kötülük; saf ve temiz bir kalbin ve nefsin hoşuna gitmeyen ve tasvip görmeyen şeyleri

ve azgınlığı düşmanlık, zulüm, insanlara karşı büyüklük taslamak, sebepsiz olarak onlara dil uzatmak, ayıplarını açığa çıkarmak ve arkalarından gıybet etmek ve benzeri şeyleri Allah

yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir. İyiliği yapıp kötülükten sakınasınız diye, Allah (celle celalühü) bu âyette üç şeyi emrediyor, üç şeyi de yasaklıyor. Bu altı şeyde, öncekiler ile sonrakilerin ilmi toplanmıştır. Tüm iyi ve kötü sıfatlar bunların içerisindedir.

İbn Mes'ûd; ”Bu âyet, Kuranda hayır ve şer için söylenen en kapsamlı âyettir." demiştir.

Bundan dolayıdır ki tüm hatipler; yapılması emredilen ve yasaklanan şeyleri özlü olarak ihtiva ettiğinden dolayı hutbelerinin sonunda daima bu âyeti okurlar.

91

Antlaşma karşılıklı olarak sözleşme yaptığınız veya ahidleştiğiniz, ahid ve misak

yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin. Bu ahidden maksat Müslüman olmak üzere Hazret-i Peygambere yapılan biattir. Zira Hazret-i Peygambere yapılan biat Allah'a yapılmış demektir. Nitekim Allah (celle celalühü) bir âyetinde: ”Sana biat edenler, aslında Allah'a biat etmişlerdir..." (Fetih: 10) buyurmaktadır. Allah'a verilen bu söz malî antlaşmaya benzetilerek biat etme şeklinde ifade edilmiştir. Sonra bu, insanın kendi isteğiyle yapmış olduğu her ahde şamil olmuştur. Çünkü sebebin husûsî olması, hükmün umûmî olmasına mani değildir.

Ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Allah'ın ismini anarak ve onu şahit göstererek yapmış olduğunuz antlaşmaları, verdiğiniz sözleri ve yapmış olduğunuz yeminleri sakın bozmayın.

Şüphesiz Allah, yaptığınız şeyleri bilir. Yemin ve antlaşmaların bozulması ve benzeri davranışlardan dolayı Allah sizi cezalandırır.

Bil ki, vefa, insanın kendisine gerekli kıldığı şeyin yerine getirilmesidir. Bu da ya kabul etmek ya da adamak ile olur. Kelâmcıların görüşüne göre şöyle denilmiştir: Şayet herhangi birinin su üstünde yürümek, havada uçmak gibi bir keramet gösterdiğine şahit olursanız hemen ona kanmayınız. Onun hakkındaki kararı ahde vefa edip etmediğini, hak yolundaki durumunu inceledikten sonra veriniz.

Hikmet sahibi birine, ”Ne yapayım ki Müslüman olarak öleyim" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: ”Müslüman olarak ölmek Allah'ın emirlerine uymak, insanlara samimi davranmak, nefse muhalefet etmek, şeytana düşman olmak ve dine bağlı olmakla mümkündür."

92

Bir topluluk, yani Kureyş,

diğer topluluktan müminlerden sayıca ve malca

daha çok olduğu için yeminlerinizi aranızda bozucu bir vasıta yaparak, ipliğini kuvvetle büktükten sonra çözen kadın gibi olmayın. Burada ahid ve yeminlerini bozan kimsenin durumu, ipliğini, yününü güzelce büktükten sonra bozan akılsız bir kadının durumuna benzetilerek kötülenmiştir. Araplar bir toplulukla andlaşma yaparlar, onlardan daha güçlü ve daha zengin bir topluluk bulunca, öncekileri terkedip onlara giderlerdi. İşte âyette bu durum yasaklanmıştır.

Çünkü Allah bununla sizi imtihan etmektedir. Allah (celle celalühü) sizleri, başınıza bu tür olaylar getirmek suretiyle denemektedir. Acaba Allah'ın ve Rasûlü'nün kurallarına sarılıpta verdiğiniz sözlere bağlı kalıyor musunuz? Yoksa Kureyş'in çokluğuna ve kuvvetine yahut da Müslümanların zayıflığına mı aldanıyorsunuz? Ceylan, tek olsa bile bir domuz sürüsünden daha hayırlıdır. Asıl çok olan, tek de olsa hak üzere olandır.

Şöyle söylenmektedir: Deccal'a yer yüzünü cemaatinin çokluğu ile kapladığı için Deccal adı verilmiştir. Fakat doğrusu ise ”tied" kelimesinden türemiştir ki anlamı, yalancılıktır. Çünkü Deccal, Tanrılık ve Rububiyet iddiasında bulunduğu için büyük bir yalancıdır. Taraftarlarının çok olması onun o gün hak üzere olduğunu ve yeryüzündekilerin en faziletlisi bulunduğunu ifade etmez. Zira Allah (celle celalühü) kişilerin dış görünüşlerine veya mallarına değil kalplerine ve yaptıkları icraatlara bakar. Eğer insanlar sâlih amele ve iyi bir kalbe sahip iseler işte o zaman mutlak ve kesin olarak Allah kendilerinden razı olmuştur. Onların ister güzel şekilleri ve kıymetli malları olsun veya olmasın eşittir.

Dünyada

hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeyi kıyamet gününde sizi hesaba çekip amellerinizin karşılığı olan sevap veya azap vereceği zaman

mutlaka size açıklayacaktır. Bu, Hak dinden ayrılan için bir tehdit ve korkutma mahiyetindedir. Çünkü bu davranışlar insanı ebedî azaba götürür.

93

Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Hepinizi İslâm üzerinde birleştirirdi.

Fakat hikmete uygun olmadığı için bunu dilemedi.

O, dilediğini saptırır. Saptıracağı kişinin içerisinde sapıklığı vareder. O da cüz-i iradesiyle bu sapıklığa batar ve öyle hareket eder.

Dilediğini de doğru yola iletir. Cüz'î iradesini bu yolda kullanıp hidayete yönelenleri hidayete erdirir. Çünkü hidayet ile sapıklık insanın seçimine bırakılmış iki unsurdur.

Ve yemin olsun ki

siz mutlaka yaptığınız işlerden kıyamet gününde vefa, ahdi bozmak ve diğer bütün yaptıklarınızdan

sorumlu tutulacaksınız.

94

Yeminlerinizi aranızda hile ve haksızlık yoluyla

fesat ve bozgunculuk aracı edinmeyin. Sonra sağlamca yere basmakta olan ayak sürçebilir. Ey mü'minler! İmanınızla ve dininize bağlılığınızla sebat etmiş durumdayken ayaklarınız kayabilir.

Allah yolundan alıkoymanızdan dolayı dünyada

kötü bir azap tadarsınız ve (ahirette de) size büyük bir azap vardır. Yeminini yerine getirmemek, sözünde dumıamak demektir. Böyle yapan kimse başkaları için de kötü örnek olmuş olur, onların da yoldan çıkmalarına sebep olmuş olur. Bu sebeple âyette 'Allah yolundan alıkoymanızdan dolayı..." buyrulmuştur.

95

Allah'ın ahdini az bir karşılığa değişmeyin. Allah'a olan ahid ve Rasûlüne biatinizi ucuz şeylere değişmeyin ve sözünüzden dönmeyin. Kureyş kâfirleri, Müslümanların zayıflarını dinden uzaklaştırmaya çalışarak bunun için kendilerine dünyalık vadediyorlardı.

Eğer anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan, dünyada izzet, şeref ve galibiyet; ahirette ise sevap ve mükâfat

sizin için daha hayırlıdır. İnanmayanların size vaadettikleri şeylerden daha hayırlı ve daha iyidir.

96

Sizin yanınızda bulunan dünyaya ait şeyler, çok olsa bile

tükenir, eksi lip yok olur.

Allah katında bulunan çeşit çeşit rahmet türleri

ise kalıcıdır. Bitip tükenmezler.

Biz sabredenlerin, müşriklerin eziyetlerine ve İslâm için çıkardıkları zorluklara vefa göstermelerinden ve fakirliğe karşı sabretmelerinden dolayı

karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle veririz. Nitekim Allah sâlih kullarına öyle şeyler hazırlamıştır ki, bunları ne bir göz gömıüş, ne bir kulak işitmiş ve ne de birinin aklından geçmiştir.

97

Erkek veya kadın, yani iyi davranışlarda bulunan kimse erkek olsun, kadın olsun

kim mü'min olarak iyi bir iş yaparsa, sâlih amel işlerse... Sâlih amelden maksat, riya ve gösterişten uzak, Allah'ın rızası gözetilerek yapılan amel demektir. Ayette ”mü'min olarak" kaydı getirilmiştir. Çünkü kâfirlerin amellerine itibar edilmez, onlar iyi amellerinden dolayı sevap elde edemezler.

Onu mutlaka dünyada

güzel bir hayat ile yaşatırız. Çünkü eğer zengin ise zaten bellidir. Yok eğer zorluk ve sıkıntı içerisinde yaşıyorsa kanaat sahibi olur, kendisine verilen rızka razı olur, böylece yaşayışı yine güzel olur. Bunun yanısıra âhirette de büyük sevaplar kazanacağını bilir. Oruçlunun geceleyin kavuşacağı nimetleri düşünerek gündüzünün çok güzel olması gibi. Fâcir (günahkâr) kimsenin durumu ise böyle değildir. Fakir ise zaten durumu bellidir. Yok şayet zengin ise malının tükeneceğini düşünerek hayatı zehir olur, bu durumda hissettiği korkudan ötürü de hayatından zevk alamaz.

Ve onların mükâfatlarını yaptıklarının en güzeliyle veririz. Âhirette onlara özel bir mükâfat vereceğiz. Yaptıkları ve işledikleri sâlih amellerden dolayı onları mükâfatlandıracağız.

İmam Ahmed b. Hanbel (radıyallahü anh)'in dostlarından biri şöyle anlatmıştır: Ahmed b. Hanbel öldükten sonra kendisini rüyamda gururlu ve çalımlı bir şekilde yürürken gördüm ve ”Ey kardeşim bu ne yürüyüştür" diye sordum. O da: ”Cennettekilerin yürüyüşüdür bu," dedi. Ben de: ”Allah senin için ne yaptı?" dedim. ”Allah beni affetti ve altından iki papuç giydirdi ve: 'Bu senin, Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğunu ve yaratılmadığını söylemenden dolayı mükâfatındır,' buyurdu ve daha sonra da: 'Kalk ya Ahmet cennet'e istediğin şekilde gir' dedi. Cennete girince bir de baktım ki Süfyan el-Sevrî (Allah ona rahmet etsin) iki yeşil kanadı ile bir hurma ağacından diğerine uçarak şu âyeti okuyor: 'Bize vaadettiklerini doğrulayan ve yeryüzünü bize miras kılan Allah'a hamd olsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Çalışanlar için verilen mükâfat ne güzel nimettir. ' (Zümer: 74)"

98

Kur'an'ı okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş iyilikten uzaklaştırılmış, taşlanmış ve lanetlenmiş

şeytandan, yani onun vesveselerinden ve özellikle de Kur'an okurken seni şaşırtmasından

Allah'a sığın. O'ndan seni korumasını ve sana yardım etmesini iste.

99

Gerçek şu ki, onun yani şeytanın

iman edenler ve yalnız Rablerine tevekkül edenler yani kendisine iman eden Allah'ın sevgili kulları ve O'na tevekkül edip güvenen kullar

üzerinde hiçbir hâkimiyeti, otorite ve velayeti

yoktur. Dolayısıyla onun vesvesesinin onlar üzerinde hiçbir etkisi olmaz.

100

Onun hâkimiyeti onun tesiri, kuvveti, galibiyeti, onun davetine uyarak

ancak onu dost edinenlere, ona itaat edenlere, onun yolunda gidenlere, onun davetini kabul edenlere

ve onu Allah'a ortak koşanlaradır. Onları, Allah'a ortak koşmaya sevkeden de şeytandır.

Kur'an'ı okurken, özellikle kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınmanın büyük anlam ve faydaları vardır:

Birincisi: Okuyan, bununla, şeytan olayının bir gerçek olduğunu anlar, onun hakkında düşünür ve onun Allah'ın emrine karşı geldiği, Hazret-i Âdem'e secde etmediği için şeytan olduğu, bu yüzden kâfir olduğunu bilir. Böylece Kur'an okurken dikkatli olur. Bunun için de Kur'an okumadan önce niyetini temiz tutup Allah'ın emirlerine uyar ve yasakladığı şeylerden korunur. Allah'a muhalefetten korunmak için bunu yapar. Zira Allah'a muhalefet etmekten dolayı Allah'ın rahmetinden kovulma, lanet, faşıklık, küfür ve cehennemde ebedî bir azap vardır.

İkincisi: Kulun içinden birtakım şeyler geçebilir, şeytan vesvese verebilir. Bu sebeple kalbi karışır ve Allah'ın kelâmını okumaktan tat alamaz. İşte bunun için Kur'an-ı Kerimi okumaya başlamadan önce, insanın istiâzcde bulunması (yani şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak için ”eûzübiliâhinıineşşeytânirracîm" demesi), nefsini temizlemesi, kalbini şeytanın vesveselerinden arındırması, böylece Kur'an'ın nuruyla aydınlanması gerekir.

Üçüncüsü: Allah'ın kelâmında yani Kur'an'ın her kelimesinde birçok işaretler, birçok mana ve gerçekler yatmaktadır. Bunları ise ancak, temiz, şeytan'ın vesveselerinden uzak ve Hakkın güzel kokusu ile paklanmış bir kalp anlayabilir. Bu da ancak Allah'a sığınmak ile mümkündür. Allah, istiâzeyi Kur'an'ın manasının anlaşılması için emretmiştir.

Cubeyr b. Mut'un şöyle rivayet etmektedir: Hazret-i Peygamber'i şöyle söylerken işittim: ”Allah'ı sabah akşam tesbih ederim, Allah en büyüktür ve uludur. Allah'a nihayetsiz hamdolsun. Geçmişte ve gelecekte lanetlenmiş şeytanın üfürmesinden, nefesinden ve vesveselerinden Allah'a sığınırım."

101

Biz bir âyetin yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman,

Kur'an'ın tercümanı İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içerisinde şiddet olan bir âyet indiğinde, onu insanlara söyler ve onlar da onunla Allah ne emrettiyse öyle amel ederlerdi. Dolayısıyla bu, onlar için zor olurdu ve Allah da bu zorluğu, kendisinden rahmet olarak kaldırıp onun yerine uyulması daha kolay olan bir âyet indirirdi. Kureyş kâfirleri de onlara: ”Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arkadaşlarıyla dalga geçiyor, bugün bir şey emrediyor, yarın da aynı şeyi onlara yasaklıyor, ve onlara daha kolay olanı getiriyor. O, ancak iftiracının biri olup söylediklerini kendiliğinden söylüyor," dediler. Buna göre âyetin manâsı: ”Kur'an'da bir âyetin yerine başka bir âyet indirdiğimiz, öncekini iptal edip daha sonra gönderdiğimizi yürürlüğe soktuğumuz zaman..." şeklinde olur.

-Ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir.- Kâfirlerin söylediklerine, yaptıklarına cevap ve tehdit olarak söylenmiş bu cümlede onların görüşlerinin bozukluğuna dikkat çekilmektedir. Allah, daha önce ve daha sonra indirdiklerini en iyi bilendir. Hükümlerden veya yasalardan hangisinin daha faydalı olduğunu ve hangi şeyin ne zaman faydalı olacağını veya ne zaman faydalı olmayacağını en iyi bilen O'dur. Zira herhangi bir şey belli bir zamanda faydalı olurken başka bir zaman diliminde faydalı olmayabilir. Dolayısıyle onu iptal eder ve yerine kullarına daha faydalı hükümler indirir.

Onlar: 'Sen ancak iftiracısın' derler. Yani kâfirler. Allah adına kendinden lâflar üretiyorsun derler.

Hayır onların çoğu Allah'ın birçok şeyi kullarının faydası için emretmiş olduğunu

bilmezler.

102

Onlara cevap olarak

de ki: 'Onu Kur'an'ı

Ruhu'l-Kudüs, beşerî kötülük ve pisliklerden arınmış olan temiz mukaddes ruh, yani Cebrail (aleyhisselâm)

İman edenlere, Allah'ın kelâmı olduğu hususunda

sebat vermek... Çünkü onlar, nesneden yeni âyeti duyduklarında onun kulların yararına olduğunu düşünürler, inançları sağlamlasın Kalpleri de Allah'ın hikmet sahibi olduğu hususunda tatminkâr olurlar. Onlar Allah'ın sadece hikmetli ve doğru şeyleri indirdiğine inanıp sebat ederler.

Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, onları kötülükten kurtarmak ve sapıklıktan uzak tutmak ve de Müslümanları cennetle müjdelemek için

Rabbin katından hikmetine uygun ve

hak olarak indirdi. Bu âyette herhangi bir âyetin başka bir âyetle değişikliğinin hak ve gerçek olduğuna dair delil vardır.

103

Şüphesiz Biz onların: Yani Mekke kâfirlerinin:

'Onu, yani Kur'an'ı

bir insan yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Arap dilini iyi bilen bir kimse

öğretiyor', vahiyle gökten bir melek indirmiyor

dediklerini biliyoruz.

Rivayet edildiğine göre Ubeyd b. Mesleme şöyle demiştir: ”İki Hristiyan kölemiz vardı. Bunlardan birinin ismi Yesâr, diğerinin ismi Cebr idi. Kendi kitaplarını kendi lisanlarıyle okuyorlardı. Hazret-i Peygamber de onlara uğruyor, okuduklarını dinliyordu. İşte bunun için müşrikler, Muhammed bu iki köleden öğreniyor, diyorlardı. Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi."

Saparak kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. ”Yabancı" dan (acemi) kasıt Arap bile olsa Arapça'yı açık ve fasih biçimde konuşamayan demektir. ”Acemi" ise fasih konuşsa bile Arap olmayan demektir. Mana olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e öğreten kişinin dili anlaşılmıyor, açık değildir.

Hâlbuki bu yani Kur'an-ı Kerim

apaçık Arapçadır. Tüm kelimeleriyle açık ve seçik olarak fasih bir Arapçadır. Acemî, yani ana dili Arapça olmayan ve Arapçayı iyi bilmeyen bir yabancının bu vecîz Kur'an'ı getirmesi mümkün değildir. Zira Kur'an manasıyle olduğu gibi nazmiyle de mucizedir. Çünkü gelecekten ve bilinmeyen şeylerden haberler vermektedir. Şayet bu, bir insanın öğretmesiyle meydana geliyor diyorsanız, bütün dünyayı âciz bırakan bu kitabı ona bir yabancı nasıl öğretebilir?

104

Allah'ın âyetlerine inanmayanlara yani Kur'an'ın Allah katından indirildiğini tasdik etmeyenlere

gelince, kuşkusuz Allah onları doğru yola, kurtuluş yoluna

iletmez. Onlar için yani o kâfirler için âhirette

acıklı çok acı veren ve fazla ağrı çektiren

bir azap vardır.

105

Yalanı ancak... Burada ”yalanm açık bir şekilde belirtilmesi, çok çirkin günah olduğunu belirtmek içindir.

Allah'ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. Bu onların Hazret-i Peygamber'e: ”Sen iftiracısın" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Dolayısıyla yalan uydurmak ancak inanmayanlara yakışır. Çünkü o, kendisine verilecek azaba inanmadığından ondan korunmaya çalışmaz. Ancak inanan ve konuştuklarının sorumluluğundan korkan kişiden böyle bir iftiranın çıkması mümkün değildir.

işte asıl yalancılar onlardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlardır. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) bunun tam aksi bir durumdadır. Bu iddiayı ileri sürenler yalancılıkta en yüksek bir mertebededirler. Zira Allah'ın âyetini inkâr ve onlara dil uzatmaktan daha büyük yalan olmaz.

106

Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açarsa onların üzerine Allah'tan bir gazap ve büyük bir azap vardır. İman ettikten sonra ortada zorlama olmaksızın her kim, İbn Hatal, Tu'me, Mikyas ve benzerleri gibi Allah'ı inkâr ederse onlar için Allah'ın gazabı ve büyük bir azabı vardır. Ancak Allah'ı inkâr etmeye zorlanır, o da inkâr etmediği takirde canına veya bir uzvuna zarar geleceğinden korkarsa o zaman kalbi imanla mutmain olduğu halde dili ile onların söylediğini tekrar etmesinde bir mahzur yoktur.

İbn Abbas şöyle demiştir: ”Bu âyet, Ammar (radıyallahü anh) için inmiştir. Şöyle ki: Kureyş kâfirleri Ammar'ı, babası Yâsir'i, annesi Sümeyye'yi yakaladılar ve dinlerinden döndürmeye kalkıştılar. Onlar da bunu kabul etmeyince Sümeyye'nin iki ayağım, iki ayrı deveye bağladılar ve kalbinden mızrak vurarak öldürdüler. Yasir'i de şehit ettiler. Bu iki insan İs lamda ilk şehit edilenler oldular.

Ancak Ammar'ın bedeni zayıf olduğundan işkencelerine dayanamayarak onların istediklerini söylemek zorunda kaldı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i diliyle inkâr ediyor göründü ve putlarını hayırla anmak zorunda kaldı. Ash ab, Hazret-i Peygambere : ”Ya Rasûlallah! Ammar kâfir oldu" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Asla, Ammar tepeden tırnağa kadar iman ile doludur, iman onun etine ve kanına karışmıştır." buyurdu. Daha sonra Ammar, ağlar bir vaziyette Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) ona: ”Kalbini nasıl buluyorsun" deyince, Ammar: ”Onu iman ile dolu ve mutmein görüyorum" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Seni yine zorlarlarsa onların istediklerini söyle" dedi.

Bu durum cana ve bedene zarar verebilecek bir zorlama karşısında sadece dili ile inkâr etmenin caiz olduğuna bir delildir. Ancak bu bir ruhsattır. Onların eziyet ve öldürmelerine karşı sabretmek ise hiç şüphesiz daha faziletlidir. Nitekim Ammar'ın anne ve babası öyle yapmıştır.

Yine rivayet edildiğine göre Müseylemetü'l-Kezzâb yanına iki adam çağırır ve birincisine şöyle der: ”Muhammed hakkında ne diyorsun?" O da: ”Allah'ın Rasûlü'dür" der. Bunun üzerine Kezzâb: ”Peki benim hakkımda ne diyorsun" diye sorunca o da: ”Sen de öylesin" demesiyle onu serbest bırakır. İkinci adama da aynı şekilde: ”Muhammed hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorunca ikinci adam ”Allah'ın Rasûlüdür" der. Bunun üzerine Kezzâb: ”Peki benim hakkımda ne diyorsun?" diye sorar. Bu sefer adam: ”Ben sağırım" der. Kezzâb sorusunu ikinci defa tekrarlar. Adam yine ”ben sağırım" der. Üçüncü kez Kezzâb aynı soruyu sorunca adam aynı şekilde ”ben sağırım" der. Bu sefer Kezzâb onu öldürür. Bu haber Hazret-i Peygambere iletilince şöyle buyurmuştur:

"Birincisi Allah'ın verdiği ruhsatı kullanmıştır, ikincisi ise karşısındakini çatlatırcasına Hakkı, gerçeği söylemiştir. Cennet onun içindir ve ona lâyıktır." Hadisi şerifte: ”Cihadın en faziletlisi zalim bir sultanın yanında Hakkı söylemektir" buyurulmuştur. Bu duruma en faziletli cihad denilmiştir. Çünkü düşman ile savaşan kişi korku ile ümit arasında tereddüde düşer. Zira yenecek mi, yoksa yenilecek mi bilemez. Oysa ki bir hükümdarın huzurundaki bir mü'min doğruyu söyleyip karşısındaki kişiyi iyiliğe ve Hakka çağırması durumunda ölüme mahkum edileceğini bile bile yine de bunu yapıyorsa en faziletli cihadı, savaşı yapmış olur.

107

Bu imandan sonra küfür,

onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden... Onların, tercihlerini dünya hayatına kullanıp ahireti bırakmaları sebebiyledir.

Ve Allah'ın da kâfirler topluluğunu doğru yola imana ve imanda sebata

iletmemesinden dolayıdır. Allah o kâfirleri bâtıla sapmaktan ve büyük bir azaba götürecek davranışlardan korumaz.

108

İşte onlar, sözü edilen suçlarla nitelenmiş olanlar

Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Artık onların kalplerine nur ve iman girmez.

Ve onlar gafillerin ta kendileridir.

Gaflette en yüksek mertebeye ulaşmışlardır.

109

Hiç şüphesiz onlar ahirette ziyana uğrayacaklardır. Gerçekten onlar Kıyamet gününde en fazla hüsrana uğrayacak kişilerdir. Çünkü onlar hayatlarını boşuna harcamışlar ve kendilerini ebedî azaba götürecek fiilleri işlemişlerdir.

110

Sonra Rabbin... Katfule şöyle der: ”Bize bildirildiğine göre Allah (celle celalühü) Mekke halkının, hicret etmedikçe Müslümanlıklarını kabul etmiyeceği hususundaki hükmünü indirince Medine halkı, Mekke'de bulunan dostlarına haber gönderdiler. Bunun üzerine Hicret'e başladılar. Ardından müşrikleri de karşılarında görünce onlarla savaştılar. Bunlardan bazıları öldü, bazıları da kurtuldu. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.

Eziyet edildikten yani dinden dönmeleri, küfür kelimelerini söylemeye zorlanmaları gibi zulme uğradıktan, kalbleri imana yatışmış olmakla birlikte onların hoşnut oldukları küfür kelimelerini söylemek zorunda bırakıldıktan

sonra Dâru'l-İslâm'a

hicret eden, -ki, bunlar Ammar, Suhayb, Habbab. Salim ve Bilâl gibi kimselerdir.-

Ardından Allah yolunda

cihad eden ve cihadın zorluklarına karşı

sabredenlerin yardımcısıdır. Elbette Rabbin bütün bunlardan, hicret, cihad ve sabırdan

sonra çok bağışlayan, kalben imanlarında sebat etmelerinden dolayı, on lan koruyan ve bağışlayan

ve çok esirgeyendir. Dinlerinde sebat eden kullarını, yaptıkları güzel ve hayırlı amellerinden dolayı cennet ile nimetlendirendir.

111

O gün yani kıyamet günü

herkes gelip kendi canını kurtarmaya çalışır ve mazeret beyan etmek için elinden geleni yapar. Başkasının durumu ise onu hiç ilgilendirmez. Sadece ”benim canım, benim canım" der. Cehennem kükrediği zaman herkes, Allah'a yakın melekler ve peygamberler bile hatta Halilü'r-Rahman Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bile dizlerinin üzerine çökerek ”Ya Rabbi canım, canımın kurtulmasını istiyorum" diye yalvarır.

Ve iyi olsun, kötü olsun

herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlara asla haksızlık edilmez. Mükâfatlarından hiçbir şey eksiltilmez, hak etmedikleri hiçbir cezaya maruz kalmazlar. Günahlarından dolayı görecekleri cezada bir fazlalık yapılmaz.

112

Allah güven her türlü korkudan emniyet

ve huzur içinde olan bir şehri, daha önce yaşamış insanların köylerinden bir köy halkının hikâyesini

misal verir: Bu köy, el-Kevaşî'de belirtildiği üzere, Eyle'dir. Burası Mısır ile Yenbu arasında bir kasabadır. Burada sözünün edilmesindeki amaç, buranın halkının Mekke halkına ve Allah'ın nimet verip de bu nimetin kendilerini şımarttığı her topluma örnek gösterilmesidir. Onlar nimetin kadrini bilmemişler, azgınlık göstermişler. Allah da onlara, nimeti yerine azabını vermiştir.

O şehrin rızkı her taraftan bol bol... Bu, sözü edilen şehir halkının ikinci niteliğidir. Onların rızıkları bütün bölgelerden, denizden ve karadan bol bol

geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine, rızık ve sürekli emniyet nimetlerine

nankörlük ettiler, bunun üzerine yaptıklarından dolayı... Yani küfür ve nankörlükleri sebebiyle daha sonra Allah, onların sadece kendilerine verdiği nimetlere nankörlük etmekle kalmadıklarım, bütün insanlara hüccet olarak gönderdiği peygamberlerini de yalanladıklarını belirterek şöyle buyurmuştur:

Allah onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Gerçekte tadmak ağız yoluyla olur. Ancak istiare yoluyla belâ ve musibet konumunda zikredilmiştir. Allah onlara öyle açlık verdi ki hayvan pisliklerini de yediler. Aynı şekilde korkuyu tattılar.

Açlık, elbise ile nasıl ifade edilir diye sorulursa, şu bilinmelidir ki açlıktan insan öyle bir hale gelir ki yorgunluk, zayıflık ve bitkinlik belirtileri elbise gibi ortaya çıkar. Aynı şekilde korku da açlığa benzetilmiştir.

113

Yemin olsun onlara, yani bu şehrin halkına,

kendilerinden kendi cinslerinden aslı ve nesebiyle tanıdıkları, kendilerine nimete şükrün gerekliliğini haber veren ve nankörlüğün kötü sonundan dolayı uyaran

bir peygamber geldi de, onu yani onun elçiliğini

yalanladılar. Onlar zulümlerine devam ederlerken, küfür ve yalancılıkla zalimlik yaparken,

azap onları hemen yakaladı.

İbn Abbas şöyle demiştir: ”Bu örnek Mekke halkı için verilmiştir. Çünkü onlar, çevrelerindeki insanlar yakalanıp götürülürken güvenli bir yerde yaşıyorlardı. Akıllarına herhangi bir korku veya endişe gelmiyordu. Kendilerine her türlü meyve geliyordu, rızıkları bol idi. Nihayet onlara kendilerinden bir peygamber geldi, onlar ise Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler ve peygamberini de yalanladılar. Hazret-i Peygamber de onlara beddua ederek şöyle dedi. ”Allah'ım, onlara Yûsuf’un yedi kıtlık yılı gibi yedi yıl vererek bana yardım et." Onlar açlık ve kuraklığa maruz kaldılar. Öyle ki hayvan pisliklerini, köpek leşlerini hayvan derilerini ve yanmış kemikleri yemeye başladılar. Öyle hale geldiler ki, açlıktan dolayı kendileri ile gök arasında sadece duman görür oldular."

114

Allah'ın size verdiği rızıktan. Ey Mekke halkı! Artık Allah'ın nimetlerine nankörlük eden. Peygamberini yalanlayan, kimselerin hallerini, başlarına nelerin geldiğini gördünüz. Onun için, Allah'ın nimetlerini ve peygamberlerini yalanlamayın ki onların başına gelen, sizin de başınıza gelmesin. Allah'ın nimetinin hakkını bilin. Size rızık olarak verdiği tarım ürünlerinden, hayvanlardan ve diğerlerinden

helâl ve temiz olarak yiyin. Nefsin hoş bulduğu lezîz nimetlerden yiyiniz. Bahîra ve benzeri hayvanları (bkz. Maide: 103) kendiliğinizden haram kılmayı artık bırakın

ve eğer yalnızca O'na kulluk ediyorsanız, sadece ona itaat ediyor ve onun rızasını istiyorsanız,

Allah'ın nimetine şükredin. Nimetlerin hakkını bilin ve onlara nankörlükle mukabelede bulunmayın ve şükredin.

115

Size ölü hayvanı, kesilmeyen ölü hayvan etini yemeyi, damardan akan

kanı, ancak etle karışan bundan muaftır. Ancak bunun da yıkanması daha iyidir.

Domuz etini ve Allah'tan başkası adına, putlar adına, putların ismi anılarak

kesilen hayvanı haram kıldı. Cahiliye döneminde Lât ve Uzza adına kurbanlar kesilirdi. İşte bunlar haram kılındı, sizin kendiliğinizden haram kıldıklarınız değil.

Ancak kim mecbur kalırsa... İztırar, yani mecbur kalma, insanın herhangi bir şeye ihtiyaç duymasıdır. Kendisi gibi güç durumda kalmış bir başkasının hakkına

saldırmaksızın ve sınırı açlığı gidermek için zurûret miktarını,

aşmaksızın yiyebilir. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. Bu yüzden Allah onu sorumlu tutmaz.

"el-Eşbah" isimli eserde şöyle denilmiştir: ”Hastanın içki veya pis şeylerle tedavi edilmesine bir kavle göre izin verilmiştir. Ancak Kâdîhan bunun aksini tercih etmiştir. İnsanın boğazında kalan lokmasını içki ve benzeri haram şeyler vasıtasıyla aşağıya geçirmesine, doktorun tedavi için avret yerine bakmasına ruhsat verilmiştir."

Fıkıh âlimlerinden Ebu'l-Leys (radıyallahü anh): ”İnsanın bedenine zarar verecek şeylerden korunacak kadar tıp ilminde bilgi sahibi olması müstehaptır" demektedir.

116

Dillerinizin yalan olarak nitelendirmesinden dolayı şu helâldir, bu da haramdır, demeyin. Ey Mekke halkı! Söylemekte olduğunuz: ”Şu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup karılarımıza ise haramdır..." (Enam: 139) şeklindeki sözlerinizde olduğu gibi, vahiy veya kıyas'a dayanmadan kendiliğinizden hayvanlar hakkında bu helâldir veya haramdır demeyin.

Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Bir şeyi haram veya helâl kılmak sadece Allah'a aittir.

Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler. Arzuladıkları şeyleri iftira ile elde edemezler ve kurtuluşa eremezler.

117

Üzerinde bulundukları cahiliye âdetleri ve bundan sağladıkları faydalar

az bir menfaatten ibarettir, çok azdır ve kısa zamanda tükenecektir,

(ama ardından) onlara âhirette

çok acıklı, şiddetli ve acı verici

bir azap vardır.

118

Sana anlattıklarımızı daha önce... Başkalarına değil, özellikle

Yahudi olanlara da haram kılmıştık. Nitekim yüce Allah, bu âyetin nüzulünden önce şöyle buyuruyordu: ”Yahudilere her tırnaklı hayvanı ve inekler ile koyunların iç yağlarını haram kılmıştık..." (En'am: 146) Bu haram kılmayla

Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Nitekim onlar cezalandırılacakları şeyi yapmakla kendilerine zulmettiler ki Allah (celle celalühü), şu âyetinde onların ayıplarını ortaya koydu: ”Yahudilerin yaptıkları zulüm yüzünden... kendilerine helâl kılınmış olan hoş ve güzel şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa: 160) Şu âyette de onları susturmuştur: ”Tevrat indirilmeden önce, israil'in (Ya’kûb'un) kendisine haram kıldığı dışında bütün yiyecekler İsrail oğullarına helâldi. De ki: Şayet doğru söylüyorsanız Tevrat'ı getirin de okuyun. ” (Al-i İmran: 93)

Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu onlara söylediği zaman korktukları ve Tevrat'ı açığa çıkarmaya cesaret edemedikleri rivayet edilmektedir. Nasıl cesaret etsinler ki, daha önce kendilerine helâl olan temiz yiyecekler, zulümleri ve taşkınlıkları sebebiyle ceza olarak kendiline haram kılınmıştı.

119

Sonra, şüphesiz Rabbin, cahillik sebebiyle kötülük yapan, İbn Abbas şöyle demiştir: ”Yaptığının kötülük olduğunu bilse bile, kötülük yapan herkes câhildir."

Sonra bunun yani yaptığı kötülüğün

ardından tevbe edip durumlarını düzeltenleri, amelleri ile iyi yola girerek sâlih kullardan onları

bağışlayacaktır. Bu (tevbe)den yani tevbe ettikten

sonra, Yüce Allah burada yeniden durumlarını düzeltmekten söz etmemiştir. Çünkü bu, tevbenin tamamlayıcısıdır. Gerçekten de tevbe; günahtan pişmanlık duyup tekrar yapmamaya azmetmek demektir. Aynı günahı tekrar işlememek ve sâlih kulları arasına girmek bu kararlılığın bir göstergesi ve teyid edilmiş halidir.

Rabbin elbette çok bağışlayan, tevbe edilen günahı silen ve örten

ve çok esirgeyendir. O'na itaat etmekte kararlı olan ve yaptığı günahlan terkedenler için çok merhametlidir. Yukarıda zikredilen ”elbette" kelimesi Allah (celle celalühü)'ın yardımı ve vermiş olduğu söz için bir teyid ve te'kid mahiyetindedir.

Tevbe sabun gibidir. Nasıl ki pislikler sabunla temizlenirse, tevbe de aynı şekilde insanın iç pisliğini yani günahlarını temizlemektedir.

120

Gerçekten İbrahim Allah'a itaat eden, O'nun emrine uyan ve

O'nu birleyen, bütün dinlerden uzaklaşıp hak dine sarılan

bir ümmet idi. Çünkü o, ancak muhtelif ümmetlerde bulunabilecek tüm beşerî güzellik ve özelliklere sahipti. Nitekim: ”Allah'ın âlemdeki bütün özellikleri tek bir kişide toplaması Allah için garipsenecek birşey değildir," denilmiştir.

Dinin aslını ve furûunu ilgilendiren dinî konularda Allah'a

ortak koşanlardan değildi. Aynı zamanda burada: ”Biz babamız İbrahim'in milletindeniz" diyen Kureyş kâfirlerine cevap vardır.

121

O'nun nimetlerine şükrediciydi. Hazret-i İbrahim'in üçüncü sıfatı da budur. Rivayet edildiğine göre Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) misafiri olmadan yemeğe oturmazdı.

Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Allah o'nu peygamberliğe seçmiş ve o'nu teslimiyeti esas alan İslâm dinine ulaştırmıştı.

122

Ona dünyada güzellik yani bütün ümmetlerce güzel hatırlanacak ve duayla övülecek iyi bir hâl

verdik. Elbette o, ahirette de sâlihlerdendir. Cennette en yüksek mertebeye lâyık görülen Peygamberler arasındadır.

123

Sonra sana: 'Hakk'a uyan İbrahim'in dinine tâbi ol. Burada ”millet"den kasıt, gerçekte Allah'ın din olarak kasdettiği isimdir. Yani İslâm dininin kendisidir. Burada Allah (celle celalühü) tarafından emredilen ise; ”batıl dinlerden uzak olup hak dine yönelerek tâbi ol" emridir.

O müşriklerden değildi.' Aksine, tek Allah inancı taşıyanların öncüsüydü,

diye vahyettik. Yüksek bir seviyeye ve mertebeye sahip olman için bunları vahyettik. Ayetin ”O müşriklerden değildi" bölümü, daha önce zikredilen (Nahl: 120) aynı âyetin tekrarı olması hasebiyle onu teyit ederek ehemmiyetini vurgulamaktadır.

124

Cumartesiye saygı), yani cumartesi gününe saygı göstermek

ancak onda ihtilâf edenlere farz

kılınmıştı. O gün sadece ibadet yapılıp av yapmak yasaklanmıştı. Zira Yahudiler cumartesi günü dünya işlerinden el çekip istirahat ediyorlardı. Yahudiler cumartesi gününün İslâm'ın şiarından olduğunu ve İbrahim Peygamber'in de bunu öylece muhafaza ettiği iddiasında bulunuyorlardı.

Bu âyette mana olarak: ”Ey Muhammed! Cumartesi günü sana tâbi olunman emredilen, ne İbrahim'in ve ne de onun dininin şeâirinden değildi ki, seninle müşrikler arasında genel olarak bir münasebet olsun. Zira bu durum, İsrail oğullarına uzun bir zaman sonra farz kılınmıştır. İhtilâfın kaynağı; Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Yahudilere, haftanın bir gününü ibadete ayırmalarını emretmiş ve bu günün de cuma günü olmasını istemişti. Ancak onlar buna karşı çıktılar ve dediler ki: ”Allah'ın yer yüzü ve bu gökyüzünü yaratması için ayırdığı günü istiyoruz. O da cumartesi günüdür. Yalnız çok az bir topluluk, cuma gününe razı oldular. Dolayısıyla onlara cumartesi gününü müsaade etti ve o gün, av yapılmasını da yasakladı. Cuma gününe razı olanlar Allah'a itaat ettiler ve ava da çıkmıyorlardı. Çoğunluğu temsil eden ve hâkim olan diğerleri ise av konusunda sabredemediler ve Allah da, itaat etmeyen bu gurubu maymuna çevirmişti.

Şüphe yok ki Rabbin, aralarında ihtilâfa düştükleri şey hakkında kıyamet günü, hükmünü verecektir. Razı olanlara sevap, olmayanlara ise ceza ile hükmedecektir. Hazret-i Peygamberin bir hadisinde: ”Biz dünyaya geliş bakımından sonuncularız. Kıyamet gününde (hesap ve cennete girişte) önde olacağız. Cuma günü onlardan sonra bize verildi. Allah daha önce cuma gününü onlara farz kılmıştı. Ancak onlar bu konuda ihtilâfa düştüler. Allah bizi doğru yola iletti. Bu gün, yani cuma günü bizim için, Yahudiler için yarın, Hristiyanlar için ise sonraki gündür." (16)

Kullar üzerine vacip olan ise, ibadet etmek, itaatten ayrılmamak, emredilen hususlara tâbi olmak ve sonradan icat edilen şeyleri terketmektir. Hazret-i Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: ”Sizin üzerinize düşen benim sünnetime ve benden sonra gelecek Hulefa-i Raşidin'in yoluna tâbi olmak ve onlara sımsıkı sarılmaktır. Dinde sonradan ortaya çıkan şeylerden sakınınız. Çünkü her bici at sapıklıktır. ” (17)

Bir gün, Şeyh Ebu Muhammed Abdüsselâm Hazretlerine bir adam gelerek şöyle der: ”Beni bazı görevler ve dualar ile vazifelendir." Şeyh bunun üzerine kızar ve cevaben: ”Ben peygamber miyim ki görevler vereyim? Zira farzlar biliniyor, günahlar da biliniyor. Onun için sen de farzlara sımsıkı sarılan, günahlardan kaçınanlardan ol. Kalbini de dünya isteklerinden koru. Sana verilen şeylere kanaat getir. Razı olduğun şeylerle karşılaştığında şükret, hoş olmayan şeylerle karşılaştığında ise sabret," diye emretti.

125

Ey peygamberlerin en faziletlisi!

Sen insanları

Rabbinin yoluna onlan, cennete ve Allah'a yaklaştıran ve ulaştıran İslâm dinine

hikmetle, şüpheleri giderecek faydalı ve kesin delillerle

ve güzel öğütle, ikna edici deliller, kalbi yumuşatacak sevap ve cezaları hatırlatmak suretiyle

çağır ve en güzel şekilde mücadele et. Hazret-i İbrahim'in yaptığı gibi onlardan inatçı olanlarla en güzel bir yolla ve üslupla tartış ve mücadele et ki, gaddarlıklarını bastırabilesin ve ateşlerini söndürebilesin.

Bu âyet, hakkın açığa çıkması için ilmî konularda tartışma ve münazarada bulunmanın câiz olduğuna bir delil teşkil etmektedir.

Çünkü Rabbin, bunca hikmetli sözleri, öğütleri ve ibret alınacak şeyleri işittikten sonra hâlâ hakkı kabul etmeyip

yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir. Bundan dolayıdır ki senin görevin, insanları hak dine davet, tebliğ ve en güzel şekilde mücadele etmektir. Davet etmek, tebliği en güzel şekilde yapmak ve bu yolda mücadele yapmaktan sorumlusun. Hidayet ve sapıklığın meydana gelmesi ve bundan dolayı cezalandırmak senin görevin değildir. Hidayete erenleri de sapıtanları da en iyi bilen Allah'tır. Onlara hakettikleri ceza veya mükâfatı Allah verecektir. Sanki şöyle denilmiştir: Rabbin onları çok iyi bilir. Kimde hayır varsa ona birazcık va'z ve nasihat yeterli olur. Kimde de hayır yok ise onun hidayete gelmesi için ne kadar çalışılsa bir sonuç alınamaz. Bu, âdeta soğuk demiri dövmek gibi bir şey olur.

126

Eğer azap edecekseniz, ceza vermek isterseniz,

size yapılan azabın misliyle azap edin.

Ktırtubî şöyle demiştir: ”Bütün tefsir âlimleri bu âyetin Medine'de ve şehitlerin efendisi Hazret-i Peygamber'in amcası ve Abdulmuttalibin oğlu Hazret-i Hamza hakkında indiği konusunda görüş birliği içindedirler. Bilindiği üzere müşrikler, Uhud savaşında Müslümanlara işkence ettiler, karınlarını deştiler, burunlarını ve kulaklarını kestiler. Hatta avret yerlerini de kopardılar, işkence edilmeyen kimse kalmadı. Aralarından sadece Hanzala b. Râhib'e eziyet etmediler. Çünkü babası Âmir er-Rahib, Ebû Süfyan ile beraberdi. Dolayısıyla onu bıraktılar. Müşrikler Uhud şehitlerini bırakıp gittikten sonra Hazret-i peygamber savaş alanına geldi ve gördüğü manzara karşısında dehşete düştü. Hazret-i Hamza'yı karnı delik deşik olmuş, burnu parçalanmış ve kulakları kesilmiş bir halde buldu. Bunun üzerine:

'Vallahi eğer Allah yardım eder de beni onlara karşı muzaffer kılarsa, onlara, yaptıklarının yetmiş katını yapacağım' dedi. Mü'minler de:

Eğer Allah onlara karşı bize zafer verirse onlara öyle yapacağız ki, Araplarda şimdiye kadar böyle bir şey görülmemiş ve görülmeyecek kadar da kötü olacaktır dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu."

Tıbyan Tefsiri'nde ise; ”Hazret-i Peygamber, amcası Hazret-i Hamza için 70 defa tekbir getirmiştir ve namaz kılmıştır" denmektedir.

Esbabu’n-Nüzûl’de bu âyet için şöyle denmektedir: ”Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'yı Uhud savaşında Cubeyr b. Mut'ım'in Vahşî el-Habeşî adındaki kölesi öldürdü.

Cübeyr'in amcası Tu'ayma b. Adî, Bedirde öldürülmüştü. Kureyş Uhud'a doğru yol alırken Cübeyr de Vahşî’ye: 'Eğer Muhammed'in amcası Hamza'yı öldürürsen hür olacaksın' dedi. Çok iyi bir nişancı olan ve attığını vuran Vahşî de mızrağını alarak Hazret-i Hamza'yı öldürdü. Fakat daha sonra Müslüman olunca Hazret-i Peygamber ona: 'Yüzünü benden saklayabilir sen sakla,' demiştir. Çünkü Hazret-i Hamza'yı öldürdüğü için Hazret-i Peygamber ondan pek hoşlanmıyordu. Daha sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edip sahabiler, yalancı peygamber Müseylemetu’l-Kezzab'la savaşmak maksadıyla yola çıktıklarında Vahşî de onlara katıldı ve: 'Yemin ediyorum ki, Müseyleme ile savaşa ben de gideceğim. Belki onu öldürürüm de daha önce Hazret-i Hamzayı öldürmüş olmama karşılık olur,' dedi. Savaşta isteğine nail oldu ve Müseyleme'yi öldürdü. Bunun üzerine de: 'Cahillik dönemimde insanların en hayırlısını, Müslümanlık dönemimde ise insanların en kötüsünü -yani Müseyleme'yi- öldürdüm' demiştir.

Daha sonra ölüler defnedilip işler bittikten sonra bu âyet nazil olmuştur."

Ancak ”eğer azap edecekseniz" ifadesiyle Allah (celle celalühü) affetmeye de teşvik etmektedir.

Ama sabrederseniz, cezalandırmayıp sabrederek affederseniz

elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabredenlere önce bir övgü atfedilmektedir. Sabredip affederek intikam almamak daha hayırlıdır.

127

Sabret! Onlardan gelen, acılara, her türlü eziyete ve haktan yüzçevirmeye karşı sabret. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yapılanlara sabrı, ümmetinin ona tâbi olması ve onun yolunda gitmesi içindir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a, ta'ziye esnasında birisi şöyle demiştir. ”Sabret ki biz de seninle beraber sabredelim." Çünkü tâbi olanların sabrı, ancak başta olan kişinin sabrı üzerine olur.

Sabrın ancak Allah'ın yardımı iledir. Allah, yardımı, inayeti ve kolaylığı ile seni sabra muvaffak kılar.

Cafer-i Sadık şöyle demiştir: ”Allah peygamberlerine sabrı emretti. Bu sabrın en fazlası da Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilmiştir. Onun sabrı Allah'ın yardımı ile olup kendisinden değildi. Onun için Allah (celle celalühü): ”Senin sabrın ancak Allah'ın yardımı iledir" diye buyurmuştur.

Onlara üzülme... iman etmiyorlar diye ümitsizliğe düşme. Bu, Yüce Allah'ın: ”Kâfirler toplumu için sıkıntıya düşme" (Mâide: 68) buyruğu gibidir.

Ve kurdukları tuzaklardan dolayı da kaygı duyma! Onların hilelerinden ve sana karşı yaptıkları tuzaklarından dolayı sıkıntıya düşme.

Âyette aslında ”sıkıntı içerisinde olma," buyrulmuştur. Oysa insan, sıkıntı içerisinde olmaz, aksine sıkıntı insanın içerisinde olur. Durum böyle iken Hazret-i Peygamber'e: ”Sıkıntı ve kaygı içerisinde olma" denilmesi, Hazret-i Peygamber'in sıkıntısının büyük olduğunu ve sıkıntının her taraftan onu kuşattığını ifade eder.

128

Şüphesiz Allah, korunanlarla, günahlardan kaçınanlar

ve ihsanda bulunanlar, güzel amel yapanlar

ile beraberdir. Onları korur ve lü tuf ta bulunur. Bir başka deyişle, kötülükten sakınanlar ve kendilerine kötülük yapanlara iyilikle mukabelede bulunanlarla beraberdir. Birinci manaya göre ihsandan kasıt, bir şeyin iyi ve güzel yapılmasıdır. İkinci manaya göre ise, kötülük yapmanın zıddıdır.

Allah'ın yardımı ile Nahl Süresi'nin tefsiri sona erdi.