SAD SURESİ
Mekke devrinde nazil olmuştur, 88 âyettir.
1
Sâd Yani bu, Sâd Süresidir. Nitekim buna benzer daha önce geçen âyetlerde de aynı tefsiri yapmıştık.
eş-Şa'bî der ki,: ”Yüce Allah'ın her kitapta bir sırrı vardır. Kur'an'daki sırrı da sûrelerin başlarındaki harflerdir."
Şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki,... Ayetin Arapça metninde yer alan ”vav" harfi yemin harfidir." Yine âyette yer alan ”zikir" kelimesi şeref ve şan demektir. Ya da bu kelime öğüt ve nasihat anlamına da gelebilir. Birinciye göre mânâ ”Şerefli Kur'an" anlamına gelirken ikinciye göre ”içinde öğüt ve nasihat olan Kur'an" demek olur. Ya da din konusunda ihtiyaç duyulan ahkâm ve şeriatlerin ve bunların dışında peygamberlerin kıssalarının, geçmiş milletlerin haberlerinin vaad ve tehditlerin zikredildiği Kur'an demek olur. Mekkelilerin ileri gelenlerinden
2
inkâr edenler iddia ettiklerinin
aksine bir gurur ve muhalefet içindedirler. Âyet metninde yer alan ”izzet" hakkı kabul etmeyip gururlanma, böbürlenme demektir. Aslında böylesi bir izzet değil zillet ve düşüklüktür. Buna göre âyetin manası şöyle demek olur: ”Onlar hakkı ve imanı kabul etmekten yüz çevirip gurur ve şiddetli bir taassub içindedirler." Ayetin metnindeki ”şikak" kelimesi Allah'a muhalefet ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a büyük bir düşmanlık demektir. Zaten onlar bu sebeple boyun eğmemektedirler.
3
Onlardan önce, nice milletleri helak ettik. Yani bunlardan önce muhalefet ve hakkı kabul etmemeleri sebebi ile geçmiş birçok milleti helak ettik.
Ve azabımızın ve intikamımızın başlarına geldiği zaman bundan kurtulmak amacıyla imdat dileyerek veya tevbe ve istiğfar ederek
çığlıklar kopardılar. Halbuki artık kurtulma zamanı değildi. Yani o zaman yok olma, kaçma, kurtulma zamanı değildi. Çünkü yapılan tevbe ve istiğfar ve imdat dileme tevbe kapısı kapandıktan sonraki ye's halinde idi.
Ayetin orijinal metninde geçen ”lâte" kelimesi ”leyse"ye benzeyen ”lâ"dır. Sonuna pekiştirme ifade etsin diye müenneslik ”ta" sı getirilmiştir. Tıpkı rubbe ve sümme kelimelerine eklendiği gibi. Bu kelime, zamanda olumsuzluk bildirmeye mahsus bir kelimedir. ”Menas" kelimesi kaçma ve kurtulma demektir. ”Nâsa" fiili kurtulmak için kaçmak anlamınadır.
4
Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Yani Mekke kâfirleri aralarından bir uyarıcının, yani kendi cinslerinden olan Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çıkıp kendilerini yüce Allah'ın azabı ile korkutmasına şaştılar. Şaşmaları şuradan kaynaklanıyordu: Onlar diyorlardı ki,: Muhammed zahirî ve batınî ahlâkça, nesepçe, şeklen ve biçim olarak sizinle birdir, aynıdır. O halde nasıl olur da böyle yüce bir makama sizin aranızdan O gelebilir? Buna şaşıyorlardı da yontulmuş taşın ilâh olacağına şaşmıyorlardı. Bu açık bir çelişki idi.
İşte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumuna şaşınca O'nu sihirbazlık ve yalancılıkla damgaladılar.
Ve kâfirler: Allah'ın Rasûlü olduğunu ve Kur'an'ı Allah'ın indirdiğini söylemekle
'bu pek yalancı, gösterdiği harikulade mucizelerle
bir sihirbazdır,' dediler. Yüce Allah, âyet metninde yalancı anlamına gelen ”kâzib" kelimesinin yerine ”kezzâb" kelimesini, âyet sonlarındaki ses uyumunu gözetmek için getirmiştir.
5
'O tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Âyetin başındaki hemze inkâr ve o ihtimalin uzak olduğunu bildirmek içindir. Âyet metnindeki ”âlihe" kelimesi ”ilâh" kelimesinin çoğuludur. Aslında çoğul getirilmemesi gerekirdi. Zira gerçekte Allah'tan başka hiçbir mabud yoktur. Fakat Araplar birden çok mabudlar olduğuna inandıkları için tanrılar, ilâhlar diye bunu çoğul kullanmışlar ve âyetin tabiri ile ”âlihe" demişlerdir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: ”Muhammed kendi zannı ile ilâhları bir tek ilâh mı yapmış? Onların ilâh olmadıklarını ileri sürerek bunu bir tekine mi vermiş? Halbuki onlar bir tek ilâhı tanrılar yaptıklarını bilmiyorlardı."
Doğrusu bu tuhaf bir şeydir' dediler. Âyet metninde geçen ”ucab" kelimesi acayip, tuhaf anlammadır, ancak bu kelime acîb kelimesinden daha fasih ve daha güzeldir. Nitekim bunun örneği de vardır. Yüce Allah Nuh Sûresi'nde: ”Bunlar da büyük hileler, büyük desiseler kurdular" (Nuh: 22) buyurmaktadır. Bu örnek âyette ”kebir" yerine ”kübbâr" kelimesini kullanmıştır ki, sonsuz derecede büyük demektir. Buna göre bizim konumuz olan âyetin manası, son derece tuhaf demek olur. Zira onun söylediği bu zamana kadar babalarımızın üzerinde görüş birliği ettiklerinin tersinedir, demiş olmaktadırlar.
6
Onlardan ileri gelenler: Yani Kureyş kabilesinden ileri gelenler kastedilmektedir. Bunlar Ebu Talip’in arabuluculuk yaptığı toplantıdaki yirmibeş kişidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine vermiş olduğu cevapla onları susturduktan ve onun kendi dinini bütün dinlere üstün kılmaktaki kararlılığını ve şaşmaz iradesini gördükten, buna bağlı olarak da Ebu Talib’in zikredilen biçimdeki arabuluculuğundan ümitlerini kestikten sonra:
'Yürüyün, kendi yolunuzda yürüyün ve yol alın. Bu adamın konuşmasından her hangi bir fayda çıkmayacak.
Tanrılarınıza bağlılıkta direnin. Yani tanrılarınıza yapılan işitmiş olduğunuz tenkitlere katlanarak onlara ibadet etmekte sebat gösterin.
Şüphesiz istenen budur,' diyerek kalkıp yürüdüler. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de tevhid, ilâhlarımızı tanımama ve bizim içinde bulunduğumuz durumu çürütmeye dair görmüş olduğumuz bu tutum, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yerine getirilmek istenen ve uygulanmak istenen bir durumdur. Onu bu konuda hiçbir şey yolundan çeviremez, hiçbir duygu eğip bükemez. Ne ağızdan çıkan herhangi bir söz fayda verir ve ne de bu konuda herhangi bir hoşgörüsünün olacağı umulabilir. O halde onun görüşlerinden vazgeçeceği hakkındaki ümidinizi artık bırakınız. İlâhlarınıza kesin bir biçimde ibadet etmekten alıkonulmuş olmamanız size yeter. O halde buna sabrediniz. İlâhlarınız hakkında duyduğunuz tenkitlere, kötü sözlere tahammül ediniz. Onların demek istediği şu olmaktadır: ”Bütün bunlar bize karşı yapılmak istenen bir hile ve komplodur."
7
'Biz bunu, onun söylemiş olduğu tevhidi
son dinde de işitmedik. Yani babalarımızda görmüş olduğumuz son dinde, Kureyş dininde de görmedik. Çünkü bu din daha önce geçen dinlerin sonuncusudur.
Bu ancak bir uydurmadır. Yani bu onun kendi yanından uydurmuş olduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Âyetteki ”in" olumsuzluk ifade eden ”ma" manasınadır.
8
Bizler insanların önde gelenleri, eşrafı, en yaşlıları ve malı, yardımcıları en çok olanları iken
zikir aramızdan ona mı indirildi?' dediler. Bu sözden maksatları Kur'an'ın yüce Allah'ın katından indirilmiş bir zikir olmasını inkârdır. Bu çeşit bâtıl ve boş sözler Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, aralarından yetişen bir kişi olarak peygamberlik şerefini elde etmesi ve kendilerinin de bundan mahrum kalmaları dolayısıyla kıskandıklarının bir delilidir. Onlar sadece dünya menfaatine bakmışlar, bu bakışları ve yaptıkları mukayese ile hataya düşmüşlerdir. Birinci açıdan meseleyi ele alacak olursak gerçek şeref, dışardaki değil insanın ruhundaki taşımış olduğu faziletlerdedir. İkinci açıdan ise Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın nefsini kendileri ile mukayese etmeleri temelsiz bir mukayesedir. Zira O erkeklerin en mükemmeli, yaratıkların en üstünüdür. Onlarla bir olması nasıl mümkündür?
Hayır, onlar zikrim yani Kur'an veya vahiy
hakkında taklide meyletmeleri, gerçek ne ise onun bilgisine götüren deliller üzerinde düşünmekden yüz çevirmeleri sebebi ile
şüphe içindedirler. Hayır, azabımı henüz tatmadılar. Yani, hayır onlar henüz Benim azabımı tatmadılar. Onu tattıklarında gerçek durum ne imiş göreceklerdir. Bu ifade onlara bir tehdittir. Bu tehdit şöyledir: ”Onlar Benim azabımı tadacaklar ve bu azap, onları tasdikin ve inanmanın fayda vermeyeceği bir zamanda tasdike zorlayacaktır." Buna göre mânâ şöyle olur: ”Onlar Benim azabımı tatsalardı ve onun elemini duysalardı inkâra yönelmezlerdi." Bu mânâya rivayet edilen şu haber de delâlet etmektedir: ”İnsanlar uykudadırlar. Öldüklerinde uyanacaklardır."
9
Yoksa aziz ve lütufkâr olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ayetin orijinal metninde yer alan ”em" kelimesi ”bel" manasına olup ”yoksa" demektir. Âyetin başındaki hemze inkâr ifade eden soru hemzesidir. Âyette yer alan ”hezâin"“hızâne" kelimesinin çoğuludur. Bu açıklamalardan sonra âyetin manası şöyledir: ”Yoksa yüce Allah'ın rahmet hazineleri onların yanında mı ki, diledikleri gibi tasarrufta bulunsunlar da onu dilediklerine versinler ve dilediklerinden de çevirsinler? Buna bağlı olarak o hazineleri kendi görüşlerine göre kontrolleri altına alsınlar ve peygamber olmak için aralarındaki asilzadelerden birisini seçsinler." Bu şu demektir: Peygamberlik Yüce Allah'ın bir ihsanıdır. Yüce Allah onu kullarından dilediğine ihsan eder ve buna hiçbir kimse engel olamaz. Çünkü O azizdir. Yani mağlup olmayan galiptir ve çünkü O dilediğine dilediği şeyi bağışlayabilecek lütufkâr olan Allah'tır.
10
Yahut göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onların elinde midir? Yani yoksa bütün ulvî ve suflî âlemlerin hükümranlığı onların elinde midir ki, ilâhî konularda söz ediyorlar ve izzet ve kibriya sahibi Rabbin kendisine özel olarak seçmiş olduğu ilâhî takdire müdahale etmeye, onu kontrol altına almaya çalışıyorlar?
Öyleyse göklerin
yollarında yükselsinler. Âyette yer alan ”irtika" kelimesi yukarı çıkmak, yükselmek demektir. Yine âyette yer alan ”sebeb" kelimesi kendisi vasıtası ile yukarıya doğru çıkılan ip demektir. Buna göre mana şöyle olur: ”Eğer onların sözü geçen bir hükümranlığı varsa, o halde arşa yükselme vasıtası olan merdivenlere çıkıp yükselsinler ve böylece âlemin idaresini ele alsınlar, diledikleri kimseye de vahiy indirsinler." Âyetin bu ifadesi, onları alaya almakta zirveye çıkmış bir ifadedir.
11
Onlar çeşitli derme-çatma gruplardan oluşmuş bir ordudur. İşte şurada bozguna uğratılacaklardır. Âyetin orijinal metninde yer alan ”cünd" kelimesi savaş için hazırlanmış bir topluluk, yani ordu demektir. O kelimeden soma gelen ”ma" kelimesi azlık ve küçümseme ifade eden fazladan getirilmiş bir harftir. Tıpkı ”ekeltü şey'en ma" ifadesinde olduğu gibi. Bu cümlenin manası: ”azıcık bir şey yedim" demektir. Âyette yer alan ”hünâlike" kelimesi üç kelimeden meydana gelen birleşik bir kelimedir. Birincisi yakın bir mekâna işaret manası taşıyan ”hünâ" kelimesidir, ikincisi ”lam" harfi olup pekiştirme ifade eder. Üçüncüsü ise ”kâf harfi dir ki, bu da karşıdaki kişiye hitap etmekte kullanılır. Bu açıklamalardan sonra âyetin manasını vermek gerekirse şöyle diyebiliriz: ”Onlar peygamberlere karşı bir araya gelmiş kâfir ordusu gibidirler. Çok yakın bir zamanda yenilecekler, kırılıp geçirileceklerdir. O halde sen onların söylediklerine aldırma. Ağızlarından saçma sapan çıkan sözlere önem verme. Yani ne bu kâfirlerin ellerinde bir delilleri vardır ve ne de putlarının zarar ve fayda vermeye imkânları vardır. Bu olmadığı gibi onların kendilerine fayda sağlamaya ve gelecek zararı savuşturmaya yetecek hiçbir güçleri de yoktur."
12
Onlardan önce Nuh kavmi yani Ey Rasûlüm Muhammed, senin kavmin olan Kureyş kavminden önce Nuh kavmi, Nuh'u yalanladılar. Nuh (aleyhisselâm) onları yüce Allah'a ve O'nu tevhide (birlemeye) dokuz yüz elli sene davet etti.
Ad kavmi Yani Hud kavmi Peygamberlerini,
hemen kazıklar sahibi Firavun da Mûsa (aleyhisselâm)'yı yalanladılar. Âyette yer alan ”evtad" kelimesi ”vetea" kelimesinin çoğulu olup yere dikilen direk ya da ahşaptan yapılmış duvar demektir. Buna göre ”kazıklar sahibi Firavun" demek, sağlam ve sabit mülkü olan Firavun demek olur. Çünkü dört yüz yıl her hangi bir muhalifi olmaksızın hükümranlık Firavun'un elinde kalmıştır.. Aslında kazık, çadırı ayakta tutmak için kullanılan bir nesnedir. Çadır ipleri yere çakılmış kazıklara bağlanmak suretiyle kurulduğuna göre bu kazıklar çadırı ayakta tutan araç olmuş olurlar. İşte daha sonra bu ifade hükümranlığın sağlamlığına ve iktidarın köklü olması anlamına istiare sanatı olarak kullanılmıştır.
Âyeti şu şekilde anlamak da mümkündür: ”Kazıklar sahibi Firavun" demek nüfusu fazla kalabalık sahibi Firavun demektir. Onlara böyle isim verilmesinin sebebi ülkeyi ve iktidarı sıkıca ellerinde tutmaları dolayısıyladır. Adeta halk binayı ve çadırı ayakta tutan kazıklar gibi birbirlerine sıkıca kenetlenmişlerdir. Bir hadisi şerifte: ”Bir mü'min diğer mümin için bir parçası diğer parçasına sıkıca kenetlenmiş bina gibidir" buyrulmuştur.(1)
1- Hadisi Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethul Kebir 3/251.
Nasıl ki, bir binayı teşkil eden parçalar birbirine kenetlenmiş olarak ayakta durabiliyorsa, mü'min de dinine ve dünyasına dair işlerde ancak din kardeşinin yardımı ile güçlü olup ayakta durabilir demektir.
Firavun'un taraftarının çokluğuna delil olarak İsrail oğulları hakkında
Kur'an'ın ifadesi ile kendisinin söylemiş olduğu şu söz bize yeterlidir: ”Esasen bunlar, sayıları az, bölük-pörçük bir cemaattir." (Şuara: 54) Halbuki İsrail oğullarının savaşçılarının sayısı altıyüz bin civarında bulunuyordu.
Bütün bu açıklamaların yanında âyette yer alan ”evtad" (kazıklar) kelimesinin istiare yoluyla değil de gerçek manasına da kullanılmış olması mümkündür. Çünkü rivayete göre Firavun'un demirden kazıkları varmış. Bunlarla insanlara işkence edermiş. Firavun birisine öfkelendiğinde onu yere sırtüstü yatırıp uzatır sonra iki elini, iki ayağını ve başını yere çakmış olduğu kazıklara bağlarmış.
Semud, Semud; Salih (aleyhisselâm)’in kavmidir. Salih peygamber onlara mucize olarak dişi bir deve getirmiş, kavmi peygamberini yalanlamış ve deveyi kesmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah onları helak etmişti.
Lût kavmi Mücahid der ki,: ”Lût kavmi dörtyüz bin evden oluşmakta idi. Bunlar peygamberleri Lût (aleyhisselâm)'u yalanladılar. Yüce Allah da onları helak etti."
Ve Eyke halkı da Eyke halkı ağaçlık ve ormanda yaşayan Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavminden bir topluluktur. ”Eyk" demek birbirine girmiş sık ağaçlar demektir. Bazı âlimlere göre ”Eyke" bir yerleşim biriminin adıdır.
Peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da birleşen topluluklardır. Çeşitli derme-çatma grupların, yani Kureyş’in kendi aralarında gösterildiği yukarıdaki adı geçen zümreler peygamberlerine karşı birleşen topluluklardı.
13
Bak. Âyet 12.
14
Onların hepsi peygamberleri yalanlamaktan başka bir şey yapmadılar. Yani yukarıda adı geçen topluluklardan her biri kendisine gönderilen peygamberi yalanladı. ”Hepsi peygamberleri" ifadesinde çoğul kelime yine çoğul kelime ile karşı karşıya getirilince buradan her bir topluluğun kendisine gönderilen peygamberi yalanladığı anlaşılır. Nitekim bunun dilde örneği vardır. Meselâ ”topluluk binitlerine bindi" cümlesinde her bir ferd kendi hayvanına bindi demek olur. Buna göre âyetin manası şöyle olur: O topluluklardan her biri, kendi peygamberlerini yalanlamış olduklarına hükmedilmiştir.
Bu yüzden kendilerine azabım hak oldu. Yani onlardan her birine ilgili yerde ayrıntısıyla açıklanan çeşit çeşit cezalardan benim azabım hak oldu ve sabit oldu, demektir.
15
Bunlar da... Bu kelime ile işaret olunan Mekke kâfirleridir. Ayrıca böyle bir kelimenin seçilmiş olması onların hakir olduklarını vurgulamak ve durumlarını aşağılamak içindir.
Ancak iki süt sağımı arasındaki zaman kadar bile gecikmesi olmayan... Âyet metninde yer alan ”fevâk" iki süt sağımı aralığı demektir. Çünkü dişi devenin sütü sağılır sonra kısa bir süre memelerine süt dolması için yavrusunun emmesine izin verilir. Ardından bir kez daha sağılır.
Bir ses beklemektedirler. Yani yukarıda adı geçen ve inkâr edip yalanladıkları için helak olup giden o toplulukların benzeri olan bu kâfirler iki süt sağımı kadar bile gecikmesi olmayan bir sesi, Sûr'a ikinci kez üfürülüşü beklemektedirler. Yani onlarla kendilerine hazırlanmış olan feci cezanın başlarına gelmesi arasında sadece bir tek Sûr'a üfürülme sesi vardır. Çünkü cezaları âhirete ertelenmişti. Zira Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aralarında dururken hak etmiş oldukları köklerinin tamamen kazınması cezası gözleri kamaştırıcı hikmetlere dayalı olan sünneti ilâhiyeye, yani yüce Allah'ın takib etmiş olduğu metoda aykırıdır. Nitekim Yüce Allah, bunu Enfal Sûresi'nde şöyle dile getirmektedir: ”Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azab edecek değildir..." (Enfal: 33)
"iki süt sağımı kadar bile gecikmesi olmayan" demek Sûr'a üfürülme zamanı geldiğinde bu ses, iki süt sağımı kadar bile geri kalmayacaktır demektir. Nitekim yüce Allah Araf Sûresi'nde: ”...Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler" (Araf: 34) buyurmaktadır. Bu örnek âyette yer alan ”saat" kelimesi çok kısa bir an, zaman dilimi demektir. Her iki âyette Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kalbine teselli vermekte, kalbini Mekke kâfirlerini düşünmekten uzaklaştırmaktadır. Bundan amaç onların yalanlamaları dolayısı ile içinde sıkıntı duymaması ve kâfir oldular diye hüzünlenmemesidir. Çünkü Rasûlüllah'ın kavmi nasıl kendisini yalanlamışlarsa yukarıda zikri geçen topluluklar da peygamberleri o şekilde yalanlamışlardı ve onlar sayıca ve askerce daha güçlü idiler. Ama topladıkları taraftarları ve kuvvetleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. O halde Kureyş’in durumu da aynıdır.
16
'Rabbimiz! Onların dualarının nida, yani yakarma şeklinde gösterilmesi ne kadar alay ettiklerine dikkat çekmek içindir. Onlar sanki çok istedikleri ve içten gelerek yakardıkları için böyle duâ etmektedirler.
Bizim payımızı hesap gününden önce hemen ver' dediler. Bu sözü cezalarının âhirete ertelendiğini duydukları zaman alay etmek ve dalga geçmek için söylemişlerdir. Söyleyen de en-Nadr bin el-Haris'tir. Bu zat onların şeytanlarmdandı. Kur'an'ın ifadesi ile: ”Ey Allah'ım bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır" (Enfal: 32) diyen kişi idi. Âyet metninde yer alan ”kıtt" kelimesi bir parça şey demektir. Buradaki mânâsı ise hisse, pay demektir. Çünkü pay ve hisse bir parça ayrılmış, bölünmüş şey demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olmaktadır. ”Rabbimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bizi tehdit etmiş olduğu azaptan olan hissemizi ve payımızı peşin olarak ver. Onu başlangıcı Sûr'a üfürüldüğü zaman çıkacak olan ilk çığlık olan hesap gününe erteleme."
Sehl et-Tüsterî der ki,: ”Ölümü ancak üç sınıf insan temenni eder: Ölümden sonrasını bilmeyen adam, Allah'ın kaderinden kaçan kişi, yüce Allah'a kavuşmayı aşk derecesinde seven Allah dostu."
17
Ey Rasûlüm Muhammed!
Onların söylediklerine sabret. Çok yakın bir zamanda Yüce Allah, sana olan yardımını indirecek, oniara istemiş olduklarını (yani istedikleri azabı) verecektir.
Şah el-Kirmanî der ki,: ”Sabır üçtür: Şikâyeti terketmek, Allah'tan gelene samimiyetle razı olmak ve kazayı, takdir-i ilâhiyi tatlı bir kalble kabul etmek."
Eskiden inayetimize mazhar olmuş olan
güçlü kulumuz Yakup (aleyhisselâm)'un oğlu Yahuda'nın torunu
Davud'u hatırla. Davut'la Mûsa (aleyhisselâm) arasında 569 yıl vardır. Davud (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)'nın şeriatını tatbik etmiş ve yüz yıl yaşamıştır. Ayetin orijinal metninde yer alan ”üzkur" kelimesi kalben zikir demek olur ki, manası ”hatırla" demektir. ”Güçlü" demek şiddetli kuvveti olan, yani dinde kuvvet sahibi olan dinin bütün mükellefiyetlerini ve meşakkatlerini göğüsleyen demektir.
Bilinmeli ki, Yüce Allah önce Davud (aleyhisselâm)'un dindeki gücünden söz etmiş sonra da ezelî takdiri gereğince küçük bir hatasından, ardından da daha önce geçen inayeti gereğince Davud'un tevbesinden bahsetmiştir. Yüce Allah, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sabra tahammüllü olması ve tutmuş olduğu istikamet makamından ayağının kaymaması için Ona Davud (aleyhisselâm)'un durumunu ve itaat konusundaki gücünü hatırlamasını emretmiştir.
O, hep Allah'a yönelirdi. Âyet metninde yer alan ”evvab" kelimesi ”dönmek" anlamınadır. Yani Davud (aleyhisselâm), Yüce Allah'a çok çok dönen, O'nun hoşnutluğunu arayan, Yüce Allah'ın çirkin gördüğü şeyleri bırakıp sevdiği şeylere dönen bir kuldu.
Bu son cümle Davud (aleyhisselâm)'un kuvvet sahibi olmasının sebebini bildiren bir cümledir. Ve ayrıca bu cümle kuvvet sahibi olmasından maksadın bedenî kuvvet değil din konusundaki kuvveti olduğuna da delildir. Çünkü Davud (aleyhisselâm)'un Yüce Allah'ın hoşnutluğuna dönmesi bedenî kuvvetinin olmasını gerektirmez. Onun bir gün oruç tutup bir gün yemesi ibadet konusundaki güçlülüğünün göstergesidir. Davud (aleyhisselâm), gecenin ilk yarısında uyur, son yarısının üçte ikisini ibadetle geçirir, üçte birinde de uyurdu. Bu şekil el- Meşarik isimli eserde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu ifadesine de uygun düşmektedir: ”Yüce Allah'a en sevimli oruç Davud (aleyhisselâm)'un orucudur. O bir gün oruç tutar bir gün yerdi. Yüce Allah'a nafile namazların içinde en sevimli namaz Davud (aleyhisselâm)'un namazıdır. O, gecenin yarısına kadar uyur kalan yarısının üçte ikisini ibadetle geçirir, üçte birinde uyurdu." (2)
Bu çeşit bir ibadetin daha sevimli olması şundandır. İnsanın nefsi, gecenin üçte ikisini uykuyla geçirirse bu daha hafif ve ibadet konusunda insanı daha canlı ve daha diri kılar.
18
Doğrusu Biz, akşam yani günün sonunda
ve işrak vakti yani gündüzün başlangıcında. İşrak vakti güneşin doğduğu, parladığı ve ışınlarının duru olduğu vakittir ki, kuşluk vaktidir. ”İbn Abbas (radıyallahü anh) rivayet ediyor: Bana Ebu Talib’in kızı Ümmü Hâni haber verdi ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi günü onun yanına girer ve abdest suyu rica eder (Kendisine istediği su getirilir) ve abdest alır. Bir başka rivayete göre Rasûlüllah Ümmü Hâninin evinde boy abdesti alır sonra sekiz rekât kuşluk namazı kılar ve der ki,: ”Ey Ümmü Hâni bu namaz işrak namazıdır. ”(3)
3- Hadisi Buharî buna benzer ifadelerle rivayet etmiştir.
Bazı âlimler der ki, kuşluk namazı işrak namazından başkadır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu ifadesi bunu göstermektedir: ”Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturup Yüce Allah'ı zikreder ve arkasından iki rekât namaz kılarsa kendisine tam bir hac ve umre sevabı yazılır."(4)
4- Hadisi Tirmizî Enes'ten merfu olarak rivayet etmiştir. Hadisin isnadı hasendir. Bkz. Camiu'l-Usul, 9/401.
Bu namaz, el-Mesabih şerhinde yer aldığı üzere işrak namazıdır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisi de bunu göstermektedir: ”Evvâbîn namazı, kumların sıcaklığından deve yavrularının ayakları yandığı kuşluk vaktindedir." (5)
5- Hadisi Müslim ve İmam Ahmed müsnedinde rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethul Kebir 2/195. Sahih-i Müslim ve Tercemesi, Sofuoğlu, 2/389.
Hadisin manası şudur: Kuşluk namazı deve yavrusu güneşten kızgınlaşmış yerde güneşin hararetini hissettiği zaman kılınır. Bu hadisi şerifte Müslümanların anlatılan zamanda kuşluk namazını kılmaları dolayısı ile medihlerine bir işaret vardır. Çünkü güneş yükselip de sıcaklık arttığı zaman insanların nefsi istirahat etmek ister. İşte yüce Allah'ın zikri ile ülfet etmiş olan Allah'a dönen kimselerin kalblerine Allah'tan başka her türlü arzudan yüz çevirme fikri ve duygusu gelir.
Onunla beraber tesbih eden dağları ve... Bu ifade Davud (aleyhisselâm)'un faziletini beyan etmektedir. Davud (aleyhisselâm), dağların tesbihini özel bir şekilde kendisinin kerameti ve mucizesi olarak duyar ve anlardı. Dağların Davud (aleyhisselâm) ile birlikte tesbih etmeleri mecazi bir mana değil hakikidir. Fakat bu tesbih ediş özel bir biçimdedir. Onun bunu duyması da insan aklının anlayışı dışında, garip bir şekildedir. Bu duyma ve anlama Davud (aleyhisselâm)'un mucizelerinden ve kerametlerindendir.
Toplu halde kuşları... Buradaki kuş kelimesinden maksat havada uçan bütün kanatlı hayvanlardır.
Onun emri altına vermiştik. Yani ona boyun eğdirmiştik. Dağlar Davud (aleyhisselâm) ile birlikte Yüce Allah'ı tazim ve tekbirde bulunuyorlardı.
Âyet metninde dağlar için ”tesbih eden" denilip de ”tesbih edici" denmeyişinin sebebi dağların Yüce Allah'ı ân be ân durmadan tesbihlerini yenilediklerine işaret etmek içindir. ”Toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik" ifadesinden maksat, her yönden ve köşeden gelip toplanan kuşları onun emri altına vermiştik, demektir.
İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Davud (aleyhisselâm) tesbih ettiği zaman dağlar tesbihine uyarlar ve onlar da tesbihle mukabelede bulunurlar, kuşlar onun yanında kümelenirler ve tesbih ederlerdi. İşte bu, kuşların toplanması idi."
Her biri yani dağların ve kuşların her biri
ona yani Davud'a
dönücü idi. Tesbihe dönücü idi. Bir başka ifade ile Davud (aleyhisselâm) tesbihe başlayınca dağlar ve kuşlar onunla birlikte tesbih ediyorlardı.
Bazı âlimler derler ki,: ”O" zamiri ile kastedilen Allah'tır. Buna göre âyetin manası şöyle olur. Davud (aleyhisselâm)'dan, dağlardan ve kuşlardan her biri Allah'a dönücü idi, yani Allah'ı tesbih ediyorlar ve tekrar tekrar bu tesbihlerini yeniliyorlardı.
Rivayet olunur ki, Allahu Zülcelâl, Davud (aleyhisselâm)'a vermiş olduğu güzel sesi, yaratıklarından hiç kimseye vermemişti. Davud (aleyhisselâm)'un nağmeleri dağlara ulaştığı zaman bunun lezzetinden dağlar titrer, zikir ve tesbihine eşlik ederlerdi. Kuşlar da Davud'un sesinden çıkan nağmeleri işittiklerinde ona eşlik ederek ötmeye başlarlardı.
19
Bak. Âyet 18.
20
Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet yani eşyanın durumuna dair bilgi
ve eğer amele dair ise gereğince amel etme ve bu hikmeti anlaşılır bir şekilde beyan etmek için
güzel konuşma vermiştik. Bazı âlimler derler ki, âyette geçen ”güzel konuşma"dan maksat meselenin gerçek yüzünü açığa vurmak, davaları çözüme bağlamak, herhangi bir kuşku şüphe karışmaksızın kesin bir bilgi ile hüküm vermek demektir. O zaman bu uyuşmazlığa düşen davacı ile davalının arasını hakkı bâtıldan ayırmak sureti ile bulmak manasınadır.
21
Sana davacıların haberi ulaştı mı? Buradaki soru taaccüp, hayret ve o haberin içeriğini dinlemeye teşvik ifade etmektedir. Böylece söz-konusu haberin hiç kimseye gizli kalmayacak ilginç bir haber olduğuna işaret edilmek istenmiştir.
Mabede tırmanıp, yani Davud (aleyhisselâm)'un içerisinde Rabbine itaatle meşgul olduğu eve tırmanıp
Davud'un yanına girmişlerdi de Davud onlardan korkmuştu. Davud (aleyhisselâm)'un onlardan korkmasının sebebi içerisinde bulunduğu odanın kilitli olması idi. Kendisi içeride ibadet ediyordu. Ansızın normal durumun aksine Davud'un yanına indiler ve onun korkusunu gidermek için bizden
'korkma biz biri diğerinin hakkına tecavüz eden iki davacıyız yani bizler birbirine haksızlık eden iki davacıyız,
aramızda hakka, adalete
göre hükmet, haksızlık etme, hüküm verirken haddi aşma, dediler. Hasımlar bunu kendilerine hoş davranmasını istemek için söylemişlerdi. Haddi aşan hangimiz ise onu girmiş olduğu zulüm yolundan çevirerek ve adaletin yolunu göstererek
bize doğru yolu, hak yolun ortasını
göster' dediler.
22
Bak. Âyet 21.
23
Onlardan biri şöyle dedi:
'Bu dinde ya da arkadaşlık açısından
kardeşimdir. Böyle bir kimseye kardeş diye isim verilmesinin sebebi arkadaşına yapmış olduğu şeyin ne kadar çirkin olduğunu beyan etmek içindir.
Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Âyetin metninde geçen ”na'ce" kelimesi ”koyun" demektir. Bazen bu kelime ile ”kadın" manasının ifade edildiği de olur.
Böyle iken 'onu da bana ver.' Yani o bir tek koyunu da benim mülkiyetime ver, ona ben bakayım ve ben yedireyim,
dedi ve tartışmada beni yendi.' Yani onunla yaptığımız tartışmada bana reddedemiyeceğim deliller getirmek sureti ile üstün geldi dedi.
İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Âyetin manası şudur: Tartışmada benden daha güçlü ve daha kuvvetli oldu dedi."
24
Davud: 'Yemin olsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle yani senden koyununu taleb etmek sureti ile kendi koyunlarına katmak istemekle
sana haksızlıkta bulunmuştur. Bu ifade gizli bilyemin edatının cevabıdır. Bununla Davud (aleyhisselâm) taraflardan birinin bir sürüye sahip olduğu halde diğerinin bir tek koyununa tamah etmesinin ne kadar çirkin olduğunu ağır bir biçimde vurgulamayı kastetmiştir. Davud (aleyhisselâm), bu sözü ya davalı olan tarafın davacının iddiasını itiraf etmesinden sonra ya da davacının iddiasında doğruyu söylediğini kabul ederek söylemiştir. Yoksa uyuşmazlığa düşen taraflardan birisini karşı tarafı dinlemeden hemen tastik etmenin imkânı yoktur. Bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Sana aralarında hüküm vermen için birbiri ile anlaşmazlığa düşmüş iki kişi geldiği zaman karşı tarafı dinlemeden birisi lehinde hüküm verme."(6)
6- Hadisi İmam Ahmed, Hakim ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Hadisin son kısmı şöyledir: ”Birinciyi dinlediğin gibi karşı tarafı da dinlemedikçe hüküm verme, çünkü böyle yaparsan hangi hükmü vereceğin ortaya çıkmış olur." Bkz. el-Fethul Kebir 1/100.
Doğrusu ortakçıların çoğu, yani mallarını birbirine karıştıran ortakların çoğu
birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yani ortak olanların çoğu arkadaşlık ve ortaklık hakkını gözetmeksizin birbirlerinin haklarına tecavüz ederler.
Yalnız onların aralarından
iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Çünkü onlar haddi aşıp tecavüz etmekten ve düşmanlıktan kaçınırlar.
Bunlar da pek azdır' dedi. Yani bunlar azdır.
Davud kendisini denediğimizi anladı. Davud (aleyhisselâm) kendisinin hükmüne başvurulduğu ibadetgâhında meydana gelen şeyleri anladı ve bunları kendisini imtihan etmek ve denemek için yaptığımızı farketti. Yapmış olduğu davranışın günah olduğunu anladı
ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı. Âyeti şu şekilde anlamak da mümkündür: Ve Rabbinden mağfiret dileyerek, namaz kılarak secdeye kapandı. Bu durumda namazın bir parçası olan rükû zikredilmiş ve bununla o fiillerin tamamı olan namaz - mecazen - kastedilmiş olur. ”İbn Abbas (radıyallahü anh) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Sâd Sûresi'ndeki secde ile şükür secdesinde şu duayı okuduğunu bizlere rivayet eder: ”Ya Rabbi benim için bu secde ile katında bir mükâfat yaz. Bu secdeyi senin katında benim için azık kıl. Bunun sebebi ile bir günahımı kaldır. Kulun Davud'un secdesini kabul ettiğin gibi benim secdemi de kabul et. ” (7)
7- Hadisi Tirmizî Sünen'inde rivayet eder ve bu hadisin bir de hikâyesi vardır. Bkz. Cem'ul-Fevaid, 1/146.
Ve tevbe edip Allah'a yöneldi. yani Davud (aleyhisselâm) zelle (küçük hatalar) kabilinden olan bütün aykırı hareketlerinden tevbe ile Allah'a yöneldi.
25
Sonra bu tutumundan dolayı, tevbe ve istiğfar ettiği için
onu bağışladık. Şüphesiz yanımızda onun için yani Davud için
bir yakınlık ve ikram
ve güzel bir gelecek vardır. Ve cennete güzel bir dönüş vardır.
26
Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. yani sana peygamberliği ikram ettik ve seni kullara halife yaptık.
Âlimlerden biri der ki,: ”Öğüt ve nasihat verenin vaazı esnasında Yüce Allah'ı gözetmesi, O'nun yasaklarını çiğneme kabilinden her türlü hareketten kaçınması gerekir. Yahudi tarihçilerin Davud ve Yusuf (aleyhisselâm) örneklerinde olduğu gibi peygamberlerin hatalarını dile getirmekten kaçınmaları gerekir. Yüce Allah peygamberleri övüp dururken ve onları seçmiş iken söz konusu tarihçiler onların küçük hatalarını anlatır. Üstelik felâketin en büyüğü bu ifadelerin Kur'an tefsirinde yer alması ve tefsirciler şöyle şöyle söylerler diye ifadelerde bulunulmasıdır. Oysa bütün bu nakledilen ifadeler Yüce Allah'ın gazap etmiş olduğu bir kavimden (Yahudilerden) nakledilen çürük teviller ve zayıf isnatlardır. Onlar, Yüce Allah hakkında, kitabında bizlere hikâye etmiş olduğu sözleri söyleyen kimselerdir. Vaaz ve nasihat meclisinde bunları dile getiren her vaize Yüce Allah ve melekleri buğz ederler. Çünkü bu sözler, öyle sözlerdir ki, kalbinde hastalık olan âsiler bunları, kendilerine tutunacak birer bahane olarak alırlar ve derler ki, peygamberler bu tip bir hataya düştüğüne göre ben kim oluyorum? İşte buradan ortaya çıkıyor ki, insanlara nasihat eden kimsenin Yüce Allah'ı zikretmesi ve O'nun zikrini tazim etmesi Allah'ın peygamberlerine ve ümmetin âlimlerine saygıda kusur etmemesi gerekir. Ayrıca insanları cennete teşvik edip cehennemden kaçındırması Yüce Allah'ın huzurunda durma esnasındaki korkuları hatırlatması gerekir. Eğer böyle yaparsa bütün nasihat meclisi rahmet olur."
Bu açıklamalardan sonra âyetin manasına dönecek olursak: ”Ey Davud Biz seni yeryüzünün mülküne halife yaptık. Yeryüzü sakinlerinin arasında hakem kıldık ya da seni yeryüzünde hükmü geçerli bir kişi kıldık" demek olur.
Davud (aleyhisselâm)'dan önce peygamberlik onun kabilesinde, hükümranlık da başka bir kabilenin elinde idi. Yüce Allah Davud (aleyhisselâm)'a ikisini birden vermiştir. O kulların işlerini Yüce Allah'ın emrine göre yürütmekte idi. Davud (aleyhisselâm)'un dışında hiçbir peygamberin halife olduğuna dair herhangi bir nas gelmemiştir.
O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Yani Yüce Allah'ın hükmü ile hükmet. Çünkü halifelik kesin bir biçimde bunu gerektirir ve Allah'ın hükmü tam adalettir. Hakim O'nun hükmü ile âdil olur.
Heva ve hevese uyma. Yani din ve dünya işlerinde hüküm verirken ve bunun dışında her türlü işte nefsin arzusuna ve isteğine uyma.
Sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Yani heva ve heves ya da bunlara uymak Yüce Allah'ın gerek tekvini (yaratılışa dair) ve gerekse teşriî olarak hakkı göstermek üzere dikmiş olduğu alâmetleri kaybetmene yol açar. Yüce Allah'ın yolundan sapan herkes şeytanın yoluna düşer.
Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. Bu cümle daha önce geçen heva ve hevese uyma yasağının, şayet bu yasağa uyulmazsa akıbetinin ne olacağının beyan edilmesi sureti ile bir sebep bildirme cümlesidir. Yüce Allah'ın yolundan sapma, hesap günü unutulmayı gerektirdiğine göre, insanlar arasında adaletle hükmetmeme, heva ve hevese uyma şiddetli azabın gelmesine bir sebep teşkil etmektedir.
27
Göğü, yeri ve ikisi arasındaki yaratılmış şey
leri Biz boş yere yaratmadık. Yani Biz onları herhangi bir hikmete dayalı olmaksızın boş yere yaratmadık. Tam tersine ilmin odak noktası, âhiret gününü ve o günkü hesaba çekilmeyi ve cezayı hatırlatması için yarattık. Çünkü dünya hayatı bazen duru, bazen bulanık olur. Bu kaçınılmazdır. Bu iki durumdan her biri ahiretteki rahatı ve tehlikeyi bizlere hatırlatır.
Bu, yeryüzünü, gökyüzünü ve ikisi arasındaki şeyleri Yüce Allah'ın inayetinden ve göz kamaştırıcı hikmetinden uzak olarak boşuna yaratmış olmamız
inkar edenlerin zannıdır yani Mekke kafirlerinin zannıdır. Çünkü onlar her ne kadar Yüce Allah'ın yaratıcı olduğunu ikrar etseler de alemin yaratılışının sebebi olan cezanın olmadığına inanmaları sebebi ile sebebin sonucunu da zorunlu olarak boş saymış olmakta ve buna inanmaktadırlar.
Vay, madem ki zanları budur o halde şiddetli helak
o inkar edenlerin ateşteki haline olsun! Yani onların zanları ve inkarlarının sonucu olarak ateş sebebi ile vayolsun onların haline!
Şu halde hakkı hak olarak ve batılı batıl olarak görmek zahiren ve batınî olarak ceza gününün azığını hazırlamak şartır. Çünkü kurtuluş, nimet ve en üst dereceden lezzetler ancak böyle elde edilecektir.
28
Yoksa Biz, iman edip de iyi işler yapanları, yoksa Biz yeryüzünde mü'min ve muslih olanları
yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yani yeryüzünde inkar ederek ve günah işleyerek bozgunculuk yapanlarla bir mi tutacağız? Yani bu iki zümreyi birbiri ile eşit tutmayacağız demektir. Kafirlerin zannettiği gibi yeniden dirilme ve yapılan amellerin karşılığını görme boş olsaydı Yüce Allah'ın katında iyi işler yapanla bozgunculuk yapanın durumu birbirine eşit olurdu. Bunların ikisini birbirine eşit tutan sefih olur. Oysa Yüce Allah, sefih olmaktan münezzehtir. Çünkü iman ve salih amelle Yüce Allah, mü'minleri yücelerin en yücesine çıkarırken, kafirleri de aşağıların en aşağısına indirir.
Yoksa (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız? Yani yukarıdaki gibi takva sahiplerini ahirette sevap verme bakımından günahkarlarla bir tutmayacağız demektir. Bilindiği üzere Yüce Allah her iki zümreyi dünya hayatından yararlanma bakımından eşit tutmuştur. Hatta kafirler bu bakımdan mü'minlerden daha da şanslıdır. Çünkü dünyanın Yüce Allah'ın katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri yoktur. Fakat Allah ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayanlara tahsis etmiştir. Onlar Yüce Allah'a ve O'nun emrine boyun eğen samimi mü'minlerdir. İnsanoğlu heva ve hevesi bırakıp hidayete yükselince, günahtan vazgeçip takva mertebesine çıkınca mükafatını bol bol alacaktır.
Kur'an-ı Kerim bütün mutlulukların ve hayırların kaynağı olduğu için Yüce Allah, önce bunu anlatmış sonra da içindeki maslahatın ve menfaatin ne olduğunu şimdi gelecek âyetlerle beyan etmeye başlamıştır:
29
Sana bu mübarek kitabı, yani iman edip ahkâmı ile amel edenlere din ve dünya açısından faydası çok olan bu kitabı,
âyetlerimi düşünsünler yani bu kitabı âyetleri üzerinde sağlam bir fikir yapısı ile düşünsünler ve zahirinin taşımış olduğu çok yüce ve uygun mânâları öğrensinler, bir başka ifade ile manaları üzerinde kafa yorsunlar
ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Yani vehim hastalığından ve kininden uzak olan aklı başında bulunan kimseler bunlardan öğüt alsınlar diye bu kitabı indirdik. ”Aklı olanlar öğüt alsınlar diye" ifadesinin genel kullanılmasından anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hakk'ın kelâmından maksat sadece lâfızlarını ezberlemek değil, üzerinde kafa yormak, düşünmek ve öğüt almaktır.
Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) der ki,: ”Bu Kur'an-ı Kerim’i mânâlarını tevil etme bilgisi olmayan köleler, çocuklar okumuş, harflerini ezberlemiş, içinde yer alan emir ve yasakları ihmal etmişlerdir. Hatta içlerinden birisi şöyle der: 'Allah'a yemin ederim ki, ben Kur'an'ı okudum. Ve hiçbir harfini atlamadım.' Oysa bence yemin ederim ki, bu kişi Kur'an'ın tamamını atlamıştır. Üzerinde Kur'ân'a dair bir iz görülmemektedir. Ne ahlâkında ve ne de amelinde Kur'an'ın her hangi bir etkisi görülmemektedir. Allah'a yemin ederim ki, böyle bir kimse Kur'an'ın harflerini ezberlemiş, içindeki yasakları ihmal etmiştir. Vallahi bunlar ne hikmet sahibidirler ve ne de takva ehlidirler. İnsanların arasında Yüce Allah bu gibilerin sayısmı çoğaltmasın. Kur'an âyetlerinin sadece zahirini okuyan kimse, sağmal koyunu olup da sütünü sağmayan; doğurgan bir kısrağa sahip olup da bundan at üretmeyen kişiye benzer. Yüce Allah gösteriş yapmak için Kur'an okuyan sefihlerden bizleri muhafaza buyursun. Bizleri ve sizleri aklı olanlardan eylesin."
30
Biz Davud'a Süleyman'ı verdik. Yani Davud (aleyhisselâm)'a kendisine bağışlanmış olan Süleyman (aleyhisselâm)'ı verdik.
O ne güzel bir kuldu. Süleyman (aleyhisselâm) peygamberlik ve halifelik makamına uygun, yetenekleri dolayısı ile ne güzel bir kuldu.
Doğrusu o, Allah'a yönelirdi. Yani o dünyevî bir sebeb olmaksızın kulluğun samimiyeti ile Allah'a yönelirdi ya da o her türlü durumda nimet içinde iken şükürle, sıkıntı ve zorda iken sabırla Allah'a yönelirdi.
31
Akşama doğru Âyetin metninde yer alan ”aşiyy" kelimesi öğlen vaktinden günün sonuna kadar olan sürenin adıdır,
kendisine, üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken süratli koşu atları sunulmuştu. Yani Süleyman (aleyhisselâm)'a üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken süratli koşu atları sunulduğu zaman yapmış olduğu hareketi hatırla.
Rivayet olunduğuna göre Süleyman (aleyhisselâm) bir gün öğle namazını kıldıktan sonra kürsüsüne oturur, kendisi cihad etmek istemektedir. O arada bu sözü geçen atların kendisine sunulmasını ister. Atlar kendisine sunulurken atların güzelliklerine şaşa kalır. Ve nihayet güneş batar. Süleyman (aleyhisselâm) virdini, yani o zaman diliminde okumuş olduğu zikrini unutmuştur. Öte yandan kavmi kendisinden çekinmiş ve zikri olduğunu hatırlatmamışlardır. Süleyman (aleyhisselâm), unutması ve yaptığı yanlışlık sebebi ile kaçırmış olduğu zikirden dolayı üzülür, atları geri ister ve yüce Allah'a yaklaşmak ve O'nun hoşnutluğunu elde etmek için onları keser. Bu hareketi ile Yüce Allah'ın farizası karşısında dünya malına önem vermemeyi murad etmektedir.
32
Süleyman: 'Gerçekten ben Rabbimin zikrinden (uzaklaşıp) mal sevdasına düştüm' dedi. Süleyman şöyle dedi: ”Rabbimin zikri yerine at sevdasını getirdim. Onu Rabbimin zikri yerine koydum. Oysa benim gibi bir kimseye gerekli olan Rabbimin zikri ve O'na itaatle meşgul olmak idi."
Süleyman (aleyhisselâm) bu sözünü, güneş batarken namazı bırakıp atlarla meşgul olduğunu itiraf etmek, buna pişman olduğunu dile getirmek ve daha sonra atları red edip kesme hareketine de bir ön giriş yapmış olmak için söylemiştir.
Nihayet (Güneş) perdenin arkasına gizlenince (batınca): 'Onları tekrar bana getirin' dedi. Yani o atları tekrar bana geri getirin dedi.
Bacaklarını ve boyunlarını kesmeye başladı. Atları Süleyman (aleyhisselâm)'a geri getirdiler. Fakirlere ve miskinlere yapmış olduğu hareketin keffareti olarak etlerini dağıtmak üzere atların bacaklarını ve boyunlarını kesmeye başladı.
33
Bak. Âyet 32.
34
Yemin olsun Biz Süleyman'ı imtihan ettik ve denedik.
Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra o tevbe edip (Rabbine) döndü. Bu olay şöyle olmuştu: Bir gün Süleyman (aleyhisselâm) ”Bu gece yetmiş ya da yüz kadını dolaşacağım. Yani onlarla cinsi münasebette bulunacağım. Her bir kadın Allah yolunda cihad edecek bir süvari dünyaya getirecek" demiş, fakat ”inşaallah" dememişti. Sonra o gece Süleyman (aleyhisselâm) kadınları dolaşır ve dolaştığı kadınlardan sadece birisi hamile kalır; o da yarım çocuk doğurur ve çocuğun ebesi bu cesedi Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtının üzerine bırakır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurmuştur ki,: ”Süleyman (aleyhisselâm) inşaallah deseydi o çocukların tamamı süvari olarak Allah yolunda cihad ederlerdi."
Süleyman (aleyhisselâm), ”inşaallah" dememişti ve bunu söylemeyi Yüce Allah'ın muradı yerine gelsin diye unutmuştu. Buna göre Süleyman (aleyhisselâm)'nın imtihanı, yetmiş ya da yüz kadını dolaşacağım demesi ve inşaallah dememesi olmuştur. ”Cesetin tahtının üzerine bırakılması" demek sözü edilen yarım çocuk cesedinin tahtının üzerine bırakılması demektir. ”Dönmesi" ise Yüce Allah'a yapmış olduğu hatadan dolayı dönmesi demektir. Hatası ise böylesine önemli bir meselede inşaallah demeyi terketmektir. Bilindiği üzere Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ruhu, ashab-ı kehfi ve Zülkarneyn’i sorarlar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Yarın gelin size haber vereyim" der. Fakat inşaallah demez. Bunun üzerine kendisine vahyin gelmesi günlerce kesilir ve sonra: ”Allah'ın dilemesine bağlamadıkça; ‘İnşaallah' demedikçe hiçbir şey için 'bunu yarın yapacağım' deme" (Kehf: 23) Âyeti kerimesi nazil olur.(9)
35
(Süleyman): 'Rabbim! Beni bağışla. Rabbim benim durumuma yakışmayan yapmış olduğum hatayı bağışla.
Bana benden sonra kıyamet gününe kadar yaratıklardan
kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Yani sadece bana mahsus bir hükümranlık ver. Bir hadisi şerifte şu ifadeler yer alır: ”Cinlerden bir ifrit dün gece namazımı bozmak için bana hücum etti. Ve Yüce Allah bana fırsat verdi. Onu yakaladım ve bu ifriti mescidin direklerinden bilisine hepiniz göresiniz ve Medine çocukları onunla oynasınlar diye bağlamak istedim. Ancak kardeşim Süleyman (aleyhisselâm)'nın 'bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver' şeklindeki duasını hatırladım ve ümitsiz olarak bu niyetimden vazgeçtim." (10)
10- Hadisi Buharı, Müslim ”Kitabü'l-Mesâcid" bölümünde tahric etmişlerdir. Bkz. Camiu'l-Usûl, 11/399.
Şüphesiz sen bütün nimetleri
bağışta bulunansın' dedi.
36
Bunun üzerine Biz de istediği yere kastettiği ve gitmesini istediği yerlere ve bölgelere
onun emriyle kolayca giden rüzgârı, yani onun duasına bir karşılık olarak yumuşak, hoş, kimseyi incitmeyen saba rüzgârını ona boyun eğdirdik.
Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları... Şeytanlar Süleyman (aleyhisselâm)'a dilemiş olduğu köşkleri ve timsalleri yapıyorlardı ve bunlar Süleyman (aleyhisselâm) için Şam'da, Yemen'de büyük binalar ve muazzam köşkler bina etmişlerdir. Sonra bu şeytanlar denizin dibine dalıyorlar oradan inci, mücevher ve zinet eşyası çıkarıyorlardı.
Demir halkalarla bağlı diğerlerini onun emrine verdik. Yani başka azgın şeytanları da onun emrine verdik de Süleyman (aleyhisselâm) bazılarını bazılarıyla zincire vurdu ve onları kötülük yapmaktan bozgunculuk çıkarmaktan alıkoymak için demirlerle bağladı.
37
Bak. Âyet 36.
38
Bak. Âyet 36.
39
'İşte bu, Yani Süleyman (aleyhisselâm)'a biz şöyle dedik: Bu sana vermiş olduğumuz büyük hükümranlık, üstünlük, senden başka hiç kimseye verilmeyen yönetimin altına alma yeteneği
Bizim, Bizden başkasının vermeye gücünün yetmediği sana özel
bağışımızdır. İster ver, bundan istediğin kimseye ver,
ister tut, ya da dilediğin kimseye verme.
Hesap yoktur' dedik. Yani verdiğinde de vermediğinde de senin için her hangi bir sorumluluk yoktur. Çünkü bu konuda tasarruf yetkisi mutlak olarak sana verilmiştir.
el-Hasen der ki,: ”Yüce Allah kime bir nimet vermisse bunun mutlaka o kişi üzerinde bir sorumluluğu vardır. Süleyman (aleyhisselâm) bundan müstesnadır. O verirse sevaba giriyor, vermezse günaha girmiyor ve sorumlu olmuyordu. Bu özellik ona mahsustu.
"Hesap yoktur" ifadesini, bu hesapsız olarak bizim bağışımızdır. Hesab edilemez, şeklinde anlamak da mümkündür.
40
Doğrusu onun için Bizim katımızda bir yakınlık yani dünyada büyük bir hükümranlıkla birlikte âhirette yakınlık
ve güzel bir dönüş yeri vardır. Orası da cennettir.
41
Kulumuz Eyyûb'u da an.
el-Kurtubî der ki,: ”Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'a sadece üç kişi iman etmiştir. Eyyûb (aleyhisselâm) doksan üç yıl hayat sürmüştür."
Âyetin metninde yer alan ”Eyyûb" kelimesi ”abd" (kul) kelimesine atfı beyandır.
O, Rabbine: 'Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk meşakkat
ve eziyet yani elem ve hastalık ve bunlara benzeyen çeşitli sıkıntılar
verdi' diye seslenmişti. Yani Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) sıkıntı içinde ve muhtaç olduğunu ifade eden bir dille Yüce Allah'a böyle yakarmıştı.
42
'Ayağını yere vur. Eyyûb (aleyhisselâm) yakarıp duâ ettiği zaman ona bu şekilde seslenmiştik. Hastalık süresi son bulunca ona ”ayağını yere vur" diye seslenmiştik. O da ayağını yere vurdu ve yerden bir su gözesi çıktı. Ona şöyle dedik:
İşte yıkanacak yani yıkanacak olduğun
ve içilecek soğuk bir su' (dedik) yani içecek olduğun bir su dedik. Bu suyu içeceksin ve içindeki hastalıklar iyi olacak. Bu seslenişten sonra Eyyûb (aleyhisselâm) sözkonusu suyla yıkanır ve ondan içer. Böylece yakalanmış olduğu hastalık gider ve sağlığına kavuşmuş olarak ayağa kalkar. Bir elbise giyer ve eski güzelliği tekrar geri gelir.
43
Bizden bir rahmet, Bizim katımızdan büyük bir rahmet
ve kendilerine hatırlatman için
olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık. Eyyûb (aleyhisselâm)'un hastalığını giderdik. Kendisine ailesini bağışladık.
el-Hasen şöyle der: Yüce Allah ailesini helak ettikten sonra tekrar diriltmiştir. ”Hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık" tan maksat Eyyûb (aleyhisselâm)'un daha önceki çocuklarının bir katı daha fazladan kendisine ihsan edilmiştir.
44
'Eline bir demet sap al da onunla vur. Yeminini bozma' (dedik). Eyyûb (aleyhisselâm)'a: ”Bir eline bir demet ot ya da benzerini al onunla karına vur yemininde durmazlık etme. Çünkü böyle yaparsan yeminini yerine getirmiş olursun" dedik. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) hastalığı esnasında karısına: ”Allah'a kasem ederim ki, hastalığımdan iyi olursam sana yüz sopa vuracağım" diye yemin etmişti. Çünkü karısı onun uzun süren hastalığı esnasında canının sıkıldığını ortaya koymuştu. Yüce Allah peygamberi Eyyûb (aleyhisselâm)'u iki çeşit günahtan korumak istemiştir. Bunlar zulüm ve yeminini bozmaktır. Bunun yanında Yüce Allah kadının kocasına karşı yapmış olduğu iyiliklerin sevabı zayi olmasın istemiş, iyiliğe kötülükle karşılık vermeyi murad etmemiştir ve yine Yüce Allah Eyyûb (aleyhisselâm)'un karısının bereketi sebebi ile kıyamete kadar ümmetlere bu ruhsatı vermeyi murad etmiştir.
Gerçekten Biz onu başına, ailesine ve malına gelen belâlar hususunda
sabırlı bulduk. O Eyyûb (aleyhisselâm)
ne iyi kuldu. Daima Allah'a yönelirdi. Eyyûb (aleyhisselâm) görüldüğü üzere bu şekilde nitelenmiş fakat, günahlarından Allah'a yönelirdi, denmemiştir. Çünkü Eyyûb (aleyhisselâm)'un başına gelen belâ, imtihan kabilindendi.
Allahü teâlâ iki kulunu eşit tutup aynı şekilde övmüştür. Bunlar Süleyman (aleyhisselâm) ile Eyyûb (aleyhisselâm)'dur. Onların her ikisi hakkında da: ”O ne iyi kuldu. Daima Allah'a yönelirdi" buyurmuştur. (Bkz. Sâd: 30 ve 44). Bunlardan birine yani Süleyman (aleyhisselâm)'a nimet vermiş, o da bu sebeple şükretmiş, diğerine yani Eyyûb (aleyhisselâm)'a ise hastalık vermiş, o da buna sabretmiştir.
45
Kuvvetli ve basiretli, İnayet ehli olan özel
kullarımız İbrahim’i, İbrahim’in oğlu
İshak'ı ve İshak'ın oğlu
Yakub'u da an. Bu ifade bâtıl içinde yüzen cahillere bir tariz, yani üstü kapalı sataşma anlamı taşımaktadır ve onların âhirete yönelik amel yapmamaları, Yüce Allah'ın dini konusunda basiret sahibi olmamaları sebebi ile gözleri kör ve birer kötürüm gibi olduklarına işaret vardır. Ve yine onların çaba göstermeyi ve deliller üzerinde düşünmeyi, ellerinde imkân olduğu halde terketmeleri dolayısı ile kendilerine bir azarlama niteliği taşımaktadır.
46
Çünkü Biz onları özellikle yani çünkü Biz onları muazzam ve içine her hangi bir pislik karışmamış saf bir özellikle
âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Yani onlara verdiğimiz özellik, kendilerine daima âhiret yurdunu hatırlatan bir özelliktir. Ve bu özellik onlarda âhiret yurdundan başka bir düşünceyi bırakmaz. Âyet metninde geçen ”yurt" (dar) kelimesi herhangi bir sıfatla nitelenmemiştir. Bundan maksat âhiret yurdudur. Bu ifade ile gerçekte yurdun, âhiret yurdu olduğuna, dünyanın ise sadece âhiret yurduna bir geçit olacağına işaret edilmiştir.
47
Doğrusu onlar Bizim katımızda seçkin, iyi kimselerdendir.
Yani onlar hayırda seçkin kimselerdi.
48
İbrahim (aleyhisselâm)’in oğlu
İsmail’i, İsmail (aleyhisselâm)’in zikri, yani anılması hem babasından hem de kardeşinden ayrı olarak yer almışır. Bununla onun anılmasında, asıl gaye olan sabır konusundaki asilliğine işaret edilmektedir. Zira İsmail (aleyhisselâm), Allah yolunda boğazlanmak için kendisini teslim etmişti. Ya da İsmail (aleyhisselâm)’in ayrıca zikredilmesi daha fazla tazime lâyık olduğunun vurgulanması içindir. Çünkü İsmail (aleyhisselâm) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dedelerindendir.
el-Yesa'yı, İlyas (aleyhisselâm) kendi yerine, el-Yesa (aleyhisselâm)'yı İsrail oğulları üzerine vekil bırakmıştı. Sonra da peygamber kılınmıştır.
Zülkifl’i de an. Zülkifl bir lâkaptır. Bir rivayete göre el-Yesa ve Zülkifl birbirleri ile kardeş idiler. Zülkifl vakti ile ölen sâlih bir adamın amelini üstlenmişti. Her gün yüz rekât namaz kılardı. Bu sebeple Yüce Allah onu güzel övgülerle anmıştır.
Hepsi de yani bu peygamberlerin hepsi de
iyilerdendir. Yani iyilikleri ile tanınmış meşhur kimselerdi.
Bu âyetler Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmekte, içindeki sıkıntıları gidermektedir. Çünkü peygamberler itaatte kendilerini yordukları, âfet ve belâlar karşısında taş gibi güçlü olup birer üstün kişiler olarak düşmanlarından gelen her türlü eziyete ve belâlara sabırlı olduklarına ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün peygamberlerden daha üstün olduğuna göre bunlara, yani bu niteliklere haydi haydi lâyıktır. Daha üstün olan, kendisinden daha aşağıdaki mertebede bulunan kimselere oranla daha dayanıklı ve daha sabırlı olur. Çünkü onun mertebesi böylece tam olmuş ve yüceliği ortaya çıkmış olur.
49
İşte bu, yani peygamberlerin hayatlarından söz eden bu âyetler, onlar için
bir şereftir, güzei bir zikirdir. Bu peygamberler sözkonusu zikirle ebediyyen anılacaklardır. Nitekim yüce Allah Zuhruf sûresinde şöyle buyurur: ”Doğrusu Kur'an sana ve kavmine bir öğüttür." (Zuhruf: 44)
İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle söylediği rivayet olunur: ”Bu, daha önce gelip geçen peygamberlerin zikridir ya da bu Kur'an-ı Kerim’in içinde, olmuş olayların ve peygamberlerin zikri vardır. Onların başlarından geçen hikâyeler yer almaktadır. Bundan amaç bütün bunlardan ibret almak ve onların sürmüş oldukları hayata uymaktır."
Doğrusu Yüce Allah'ın dışında her şeyi bir yana bırakıp sadece Allah'tan korkan
muttakiler için güzel bir akıbet vardır: Dünyada iyi bir zikir ve anılmanın yanında âhirette de güzel bir dönüş yeri vardır:
50
Kapıları kendilerine açılmış Adn Cennetleri vardır. Bu cümle güzel dönüş yerini beyan eden bir cümledir. Sözlükte ”Adn" ikamet etmek anlamınadır. Ebu Said el-Hudrî (radıyallahü anh), Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ”Yüce Allah Adn Cennetini kendi elleri ile bina etmiştir. Orayı altın ve gümüşten kerpiçlerle bina etmiştir. Duvarlarının sıvasını miskten, toprağını zaferandan ve çakıllarını da yakuttan yapmıştır. Sonra cennete hitaben konuş demiştir. Cennet de: ”Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir," demiştir. Melekler de: ”Hükümdarların durağı olan ey cennet sen ne hoşsun" demişlerdir."
Cennetlikler oraya vardıkları zaman cennetin kapılarını kendilerine açılmış bulacaklar ve herhangi bir güç sarfederek kapıyı açma ihtiyacını duymayacaklar. Bunun yanında kapının açılması için boyun eğme zilletini ve izin isteme külfetini hissetmeyecekler. Melekler kendilerini saygıyla, güleryüzle ve ikramla karşılayacaklar. Onlara: ”Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu cennet ne güzeldir," diyeceklerdir.
51
Onlar koltuklara yaslanıp kurularak yani cennette rahat içinde olanların oturduğu şekilde oturarak
orada birçok meyveler yani çeşit çeşit meyveler isterler. Sadece meyve istemelerinin ifade edilmiş olması onların bu isteklerinin beslenmek amacıyla değil sırf meyve yemek ve bundan lezzet almak olduğuna işaret etmek içindir.
Ve içecekler isterler. Yani cennette içecek şeyler isterler. Bazı âlimlere göre bu cümlenin manası: ”Çeşit çeşit içecekler isterler" demektir.
52
Yanlarında, eşlerinden başkasına bakmayan yani onların yanında gözlerini sadece eşlerine dikmiş, onlardan başka hiçbir kimseye bakmayan
bir yaşıtyaşça, vücutça birbirine akran
güzeller vardır. Ya da kocaları ile aynı yaşta olup ne daha büyük ve ne de daha küçük olmayan güzeller vardır. Sahih bir hadiste şu ifadeleri görüyoruz: ”Cennetlikler cennete vücutları tüysüz, bıyıkları yeni terlemiş, gözleri sürmeli ve otuzüç yaşında olarak gireceklerdir. Her bir erkeğin iki eşi olacak ve her bir eşin yetmiş kat elbisesi olup hu elbiselerden bacağının içindeki ilikleri görüleceklerdir. ”(12)
53
Ey muttakiler! Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dili ile
işte hesap günü için size vaad olunan şeyler bunlardır. Yani melekler onlara der ki,: ”Size hazırlanmış olan bu sevap ve nimet hesap günü içindir. Çünkü hesap, mükâfata ulaşmanın sebebidir."“Size vaad olunan şeyler" ifadesini şu şekilde anlamak da mümkündür: Bu vaadedilen şey hesap ve ceza gününde olacaktır.
54
Şüphesiz bu zikrolunan çeşit çeşit nimetler ve ikramlar,
Bizim verdiğimiz rızıktır. Bizim size bahşetiğimiz insanımızdır.
Ona bitmek ve tükenmek yoktur. Yani ebediyyen bu ihsana kesilmek, yok olmak, son bulmak yoktur.
İbn Abbas der ki,: ”Cennette hiçbir şey bitip tükenmeyecektir. Yenilen meyvesinin hemen yerine aynısı gelecek, yenilen hayvanın ve kuşunun yerine aynı hayvan ve kuş canlı olarak gelecektir. Şu halde akıllı olanın fani, gelip geçici lezzetten yüz çevirmesi Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmeye yönelmesi gerekir."
55
Bu böyle! Yani buraya kadar anlatılanlar yukarıda zikretmiş olduğumuz muttakiler hakkındadır.
Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: ”Burada yer alan ”bu" ifadesi herhangi bir yazarın eserinin bir bölümünü bitirip birinci bölümden ayrı bir diğer bölüme başladığı zaman kullanmış olduğu ifade kabilindendir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Buraya kadar şöyle şöyle olan olayları aklında tut ve şimdi gelecek olan ifadeleri bekle."
Azgınlara da yani Yüce Allah'a karşı azgınlık eden ve peygamberleri yalanlayanlara da
kötü bir gelecek vardır, âhirette kötü bir dönüş yeri vardır.
56
Onlar cehenneme gireceklerdir. Yani onlar, kıyamet günü cehenneme girip de oranın müthiş hararetini hissederler. Fakat onlar bu günü kendileri için hazırlamışlardır.
Orası yani cehennem
ne kötü bir kalma yeridir. Ayetin orjinal metninde yer alan ”mihad" kelimesi uyuyan kimsenin yatağından istiare yapılmıştır. Çünkü cehennemde yatak ve istirahat olmayacaktır. Cehennemin yatağı ateş, yorganı da ateş olacaktır.
57
İşte bu kaynar su, kaynamanın zirvesine ulaşmış su
ve irindir. Cehennemliklerin vücutlarından akan irindir. Bu da çok şiddetli soğuktur. Ateşin sıcaklığı cehennemlikleri nasıl yakacaksa bunun soğuğu da öyle yakacaktır. Mü'minler meyvelerle, içeceklerle nimetlenirken kâfirler de kapkaynar su ve buz gibi irinlerle azap göreceklerdir.
Onu tatsınlar. Yani bu azabı tatsınlar.
58
Buna benzer yani şiddet ve çirkinlikte buna benzer
daha türlü türlü, çeşit çeşit
başkaları da vardır. Başka azap da vardır. Âyet metninde ”türlü türlü" denilmekle her bir günahın değişik bir cezası olduğuna işaret vardır. Tıpkı ektikleri her tohumun kendisine uygun bir meyvesi olduğu gibi.
59
İşte bu sizinle beraber cehenneme
girecek topluluktur.
Ayetin manası şudur: Cehennemin bekçileri, azgınların başkanlarına, cehenneme girdikleri zaman saptırmış oldukları kendilerine tâbi olan kimselere işaret ederek derler ki,: ”İşte bunlar inkârda, sapıklıkta kendi arzuları ile ve tercihleri ile size nasıl tâbi olmuşlarsa cehenneme girmede de zorunlu olarak sizlere uyacak olan bir topluluktur. Şimdi sizlerin ardından gelenlere bakınız. Aranızda herhangi bir yardımlaşma yoktur. Birbirinize olan sevginiz kopmuş ve düşmanlığa dönüşmüştür."
Onlar rahat yüzü görmesin. Yani onlar bir genişlik ve rahatlık yüzü görmesinler ya da hayatlarında rahatlık ve mesken genişliği, buna benzer başka rahatlık yüzü görmesinler.
Kısaca söylemek gerekirse onlara hiçbir ikramda bulunulmayacaktır ve onların yaşantıları, evleri geniş olmayacak, tersine dar olacaktır. Arapçada ev sahibi kendisine misafir olarak gelen kimseye: ”Merhaba" der. Bunun manası geniş bir beldeye geldin demektir. Tersi de âyetin ifadesinde olduğu gibi ”la merhaba''dır; ki, ”rahat yüzü görme" demektir.
Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir. Yani onlar kötü amelleri ve cehennemi hak etmeleri sebebi ile mutlaka oraya gireceklerdir.
60
Liderlere uyanlar kendileri hakkında söylenen sözü işittikleri zaman: ”Ey önderlerimiz!
'Hayır asıl siz rahat yüzü görmeyin. Siz cehennemin bekçilerince bize söylenene çok daha fazlası ile lâyıksınız. Çünkü sizler kendi sapıklığınız yanında bizleri de sapıttınız.
Onu bize siz sundunuz. O azabı veya cehenneme girmeyi siz sundunuz, buna siz sebep oldunuz, bizi oraya siz düşürdünüz, bizi oraya sürükleyecek sapık inançları, kötü amelleri sunarak bunları gözümüzde süsleyerek ve bizleri de teşvik ederek buna siz sebep oldunuz.
Ne kötü bir yerdir' yani cehennem ne kötü bir yerdir
derler.
61
Yine onlar: Liderlere uyanlar onlarla çekişmeyi bir tarafa bırakarak ve Yüce Allah'a yakararak:
'Rabbimiz! Bunu, bu azabı ya da bu cehenneme girmeyi
bizim önümüze kim getirdi ise onun ateşteki azabını iki kat artır' derler. Bu iki kattan birisi sapıklıklarına karşılık, diğeri de bizleri sapıtmalarına karşılıktır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyururlar ki, : ”Her kim kötü bir çığır açarsa bu çığırın günahı ve kıyamet gününe kadar o çığırda yol alan ve amel eden kimselerin günahı onun üzerinedir. ”(13)
Buna, hem adam öldürüp hem zina eden bir kâfirle, kâfir olup bunları yapmayan bir başka kâfiri örnek olarak verebiliriz. Bu iki kâfirin kâfirlik günahları eşittir. Fakat adam öldürüp zina edenin ayrıca kötü amelinin fazla olması dolayısıyla azabı birinciye göre kat kattır.
Şu halde aklı başında olan kimsenin nefsini ıslah etmesi, kötü ahlâkı, çirkin vasıfları bir yana bırakarak onu temizlemesi, kötü arkadaşlara uyup da aldanmaması gerekir. Çünkü onlar yarın bütün sevgileri ve dostları bir tarafa bırakarak birbirlerinden kopacaklardır. Hiç kimseye selîm kalp, faydalı ilim ve sâlih amelden başka hiçbir şey fayda vermeyecektir.
62
İnkarcılar, Ebu Cehil vb. azgınlar
derler ki,: 'Kendilerini (dünyada iken) kötülerden saydığımız kimseleri (burada) niçin görmüyoruz? Yani nedir bizim halimiz ki, dünyada iken kendilerini kötülerden saydığımız kimseleri burada göremiyoruz. Bu ifadeleri ile Müslümanların fakirlerini kastederler. Onlar Suheyb er-Rumî, Bilâl el-Habeşî, Selman el-Farisî, Habbab, Animar ve bunlardan başka muhacirlerin fakirlerinden olan diğerleri olup onları hakir görürler ve alay ederek kendilerine aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı diye dalga geçerlerdi. Bu gibi kimseleri ”kötüler" diye nitelemeleri ya hiçbir hayırları, faydaları olmayan alt tabaka, hakir kimseler manasını kastetmeleri ya da bu fakirler kendilerinin dinlerinden olmadıkları için onların gözünde kötü olmalarındandır.
63
Alaya aldığımız onlar değil miydi? Yoksa (buradalar da) onları gözden mi kaçırdık?' Âyetin mânâsı şudur: Biz onlara hangi hareketi yapmıştık? Onları alaya mı almıştık yoksa hakir görüp tahkir mi etmiştik? Önderler bu ifadeleri ile kendilerini kınamak ve yapmış oldukları her iki fiili uygun görmemek istemişlerdir. Âyetin manası bir de şu şekilde olabilir: Onlar bizden daha hayırlı oldukları halde biz bunu bilmiyormuşuz. Ve kendilerini dünyada alaya aldık. Hatta hakir gördüğümüzden onları görmedik bile.
64
Onların durumuna dair anlatılan
işte bu cehennem ehlinin tartışması, önderlerin ve onlara uyanların aralarındaki tartışma,
şüphesiz bir gerçektir. Meydana geleceği kesindir.
65
Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke müşriklerine
de ki,: 'Ben sadece bir uyarıcıyım. Ben sadece Yüce Allah'ın katından gelen uyarıcı peygamberim, sizi uyarıyorum. İnkârınıza ve günahlarınıza verecek olduğu azaptan kaçınmanızı istiyorum.
Ve yine de ki,: Ne zatında, ne sıfatlarında ve ne de fiillerinde asla çokluğu ve ortaklığı kabul etmeyen
tek ve kahhâr olan Allah'tan başka var olan
hiçbir ilâh yoktur. O halde O'ndan başka sığınacak yer ve kaçacak bir kucak yoktur.
66
O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların bütün yaratıkların
Rabbidir. Yani bütün âlemlerin mâliki olan Allah'ın ortağı olması nasıl düşünülebilir?
O hiçbir işinde mağlup olmayan
üstündür. Ve yine O, günahkârlardan intikam almaya gücü yetendir. İzzet ve güç, Allah'a mahsustur ve sadece O'nun vasıtası ile güçlü olunabilir?
Çok bağışlayıcıdır.' Tevbe edip sâlih amel işleyenleri çok bağışlar, günahlarını örter ve yok eder. Bir hadiste şöyle haber verilir: ”Bir kul 'ya Rabbi beni bağışla dediğinde Yüce Allah buyurur ki,: Benim kulum bir günah işlemiş ve kendisinin günahları bağışlayan ve günahlar dolayısıyla hesaba çeken bir Rabbinin olduğunu bilmiş, şahit olunuz ki, Ben onu bağışladım."(14)
67
De ki,: 'Bu Kur'an ve Kur'an'ın size haber vermiş olduğu tevhid'e, peygamberliğe, kıyametin haberlerine, dirilmeye, cennete, cehenneme vb. şeylere dair vermiş olduğu haber
büyük bir haberdir, çok büyük bir olaydır.
68
Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz. Onun üzerinde düşünmüyorsunuz ve Kuranı, sapık olmanız, cahillikte ileriye gitmiş olmanız dolayısı ile yalan sayıyorsunuz. Bunun için böylesine muazzam bir kitaba iman etmiyorsunuz. Oysa Kur'an'ın tamamı ile alınması, güzelce gönül hoşluğuyla kabul edilmesi ve ona inanılması kurtuluşa sebeptir. Kur'an'ı yalan saymak ise helak olmak demektir.
69
Onlar orada
tartışırken, onlar Âdem (aleyhisselâm) hakkında birbirlerine başvurup ve Yüce Allah: ”Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara: 30) dediği zaman ”Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun" (Bakara: 30) şeklinde eski ilâhî kitaplarda yer aldığı üzere tartışırlarken
benim Mele-i A'la hakkında ”Mele-i A'la", meleklerdir.
Hiçbir bilgim yoktu. Yani daha önce bu konuda benim hiçbir bilgim yoktu. Eski kitaplarda yer alan bu tartışmayı ne duymuş ve ne de her hangi bir kitaptan okumuş değildim. Şu halde bu bilginin sadece vahiy yoluyla elde edilmesinden başka bir yol düşünülemez. Yani ben peygamber olmasaydım onların tartışmalarını ve çekişmelerini sizlere haber veremezdim.
70
Ben peygamber olduğu
apaçık delillerle Yüce Allah'ın katından gönderilen
bir uyarıcı olduğum için, bir peygamber olduğum için gayba dair haberler
bana vahyolunuyor.'
71
Rabbin meleklere demişti ki,: Ey Rasûlüm Muhammed! İzzet ve celâl sahibi Rabbin mukarrabîn meleklerine şöyle dediği zamanı hatırla:
'Ben ileride
muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.
72
Onu tamamlayıp yani onu insan suretinde ve beşerin yaratılışı biçiminde şekle soktuğum zaman, ya da bazı özelliklerini değiştirmek suretiyle bedeninin parçalarını yarattığım,
içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman yani onun hazırlığını tamamlayıp da benim emrimden ibaret olan yaşamasına vesile olacak olan ruhu verdiğim zaman...
İmam Gazzalî der ki,: ”Gerçekten ruh iki çeşittir: Birisi ”hayvanı" ruhtur ki, bu doktorların ”mizaç" diye isim verdikleri ruhtur. Bu ruh insanın bedeninde dolaşan mutedil buharımsı, lâtif, ince bir cisimdir ve bu ruh bedenin zahirî ve cismanî gücünü taşıyan ruhtur. Bu ruh bedenin yok olması ile yok olur. Ölümle ortadan kalkar. İkinci ruh, ise ”ruhanî'dir. Nefsi natıka dedikleri bu ruhtur. Bu ruh için lâtife, akıl ve kalp de denir. Bütün bu lâfızlar aynı mânâya gelir. Bu ruhun, nefsin hayvanî güçleri ile ilişkisi vardır. İşte böylesi bir ruh, bedenin yok olması ile yok olmaz. Öldükten sonra da varlığına devam eder."
Derhal ona secdeye kapanın'. Yani halifeliğe lâyık olduğu için Âdem'e secdeye kapanınız. Bu söz konusu secde selâmlama ve saygıda bulunma kabilindendir. Çünkü ibadet kabilinden Allah'tan başka hiçbir kimseye secde etmek caiz değildir. Ne bu ümmette ve ne de geçmiş ümmetlerde caiz olmamıştır. Geçmiş ümmetlerde selâmlama kabilinden yaygın iken İslâm dini bu âdeti ortadan kaldırmıştır.
73
Bunun üzerine bütün melekler içlerinden hiçbiri geri kalmamak üzere
toptan kimse kimseden geri kalmayacak şekilde aynı anda hep birden
secde ettiler. Yani Yüce Allah Âdem’i çamurdan yarattı. Sonra insan biçimine koydu. Ardından ona ruhu üfürdü ve melekler ona secde ettiler.
74
Yalnız İblis secde etmedi. Çünkü
o büyüklük tasladı ve kendini büyük gördü, Yüce Allah'ın ilminde ezelî ve ebedî olarak
kâfirlerden oldu.
75
İblis, secde etmekten kaçındığı zaman
Allah: Ona:
Ey İblis! İki elimle yarattığıma, kendisine şeref vermek üzere özel olarak kendi elimle yarattığıma
secde etmekten seni men eden ve secde etmemeye çağıran
nedir? Hakkın olmadığı halde
böbürlendin mi? Yoksa, üstün olmayı ve yüceliği hak eden
yücelerden misin?' dedi.
76
İblis: kendisinin secde etmesine engel olan nesneyi söylemek üzere:
'Ben ondan hayırlıyım. Yani ben Âdem'den daha üstünüm dedi ve neden daha hayırlı olduğunu beyan etmeye başladı:
Beni ateşten yarattın. Onu çamurdan yarattın' dedi. Bu sözün mânâsı şudur: Eğer Âdem ateşten yaratılmış olsa idi ona secde etmezdim. Çünkü o zaman benimle eşit olurdu. Şu halde benden daha aşağı olana nasıl secde ederim. Çünkü o, çamurdan yaratılmıştır. Ateş, çamurdan üstündür ve toprağı yer. Şu halde üstün olanın daha aşağı olana secde etmesi güzel değildir. Bunun emredilmesi nasıl güzel olur? İşte böylece İblis, bunun kendine ait bir şeref olduğunu zannetti. Şerefin, Yüce Allah'a itaat etmek suretiyle kazanılacağını bilmedi. Mel'un İblis üstünlüğü, madde ve unsur cihetine bağlamakla hata etti. Üstünlüğün fail cihetinden geleceğini gözden kaçırıp ayağı, doğru yoldan kaydı. Nitekim bu gerçeği Yüce Allah'ın: ”İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir?" (Sâd: 75) ifadesi bizlere haber vermektedir. Âdem’in üstünlüğü aynı zamanda ”İçine de ruhumdan üfür düğüm zaman" (Sâd: 72) ifadesi ile Yüce Allah'ın vurguladığı üzere biçim itibari ile de idi. Meselenin asıl özü ve ana cevheri olan gaye açısından bakacak olursak, Yüce Allah'ın Bakara Sûresi'nde: ”Allah Âdem'e de bütün isimleri öğretti." (Bakara: 31) âyetinde ifade edildiği gibidir. Bu sebeple Yüce Allah meleklere Âdem’in yeryüzünde halifeliğin temeline dair meseleleri onlardan daha iyi bildiği ortaya çıkınca ve onun, başkalarında olmayan bazı özelliklerinin bulunduğu anlaşılınca Yüce Allah meleklere, ona secde etmelerini emretti. İki şeyden birisinin diğerine göre asıl itibari ile daha üstün olması, fakat kendisine tercihe şayan olmasını engelleyen bir takım niteliklerin eklenmiş olması mümkündür. Nitekim İblis örneğinde böyle olmuştur. Çünkü İblis’in aslına kibirlenmek, hased etmek, kendini beğenmek, isyan etmek gibi düşük bir takım arazlar gelmiştir. Ve böylece lanete uğramıştır. Âdem (aleyhisselâm)’in durumu ise bunun tam tersidir.
77
Kahrı ve izzeti ile
Allah: Ey İblis!
'Çık oradan yani cennetten veya meleklerin arasından
sen artık kovulmuş birisisin. yani her türlü hayırdan ve ikramdan taşla ya da gök taşlarıyla kovulmuş birisisin.
78
Din gününe kadar yani ceza ve ukubet gününe kadar
lanetim senin üzerinedir,' buyurdu. Yani gazabımla birlikte rahmetimden uzaklaştırmam senin üzerinedir, buyurdu. Bu, şu demektir. Dünyada lanet senin üzerinedir. Bu ifadeden İblise lanetin âhiret günü kesileceği anlamı çıkmaz. İblis’in kovulması, kibrinden nefsine bakıp kendisinden sonra yaratılmış olan bütün yaratıkları, ben ondan daha hayırlıyım diyerek kendine kıyaslamasından idi.
79
İblis: 'Ey Rabbim! O halde ceza için kabirlerinden
tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver' dedi. Yani beni kovulmuş kıldın. O halde bana mühlet ver ve beni kıyamet gününe kadar öldürme dedi. Buradaki ”tekrar diriltilecekleri güne kadar" ifadesinde kastedilen Âdem ve onun zürriyetidir. İblis bu duası ile Âdemoğlunu saptırmak ve onlardan intikamını almak için bir genişlik ve ölümden tamamıyla kurtulmayı dilemiştir. Çünkü dirilme gününden sonra artık ölüm diye bir şey yoktur. Fakat duası kabul olunmamış ve muradına erememiştir.
80
Allah: 'Haydi sen Allah'ın takdir ettiği ve mahl tıkatın yok olması için tayin ettiği
bilinen güne kadar, bu süre birinci üfürülme anıdır. Yoksa İblis tarafından arzu edilen dirilme anı değildir.
Mühlet verilenlerdensin' buyurdu. Yani sen ezelde hikmet gereği eceli geriye bırakılmış olan melekler ve benzeri mahlukatın zümresindensin buyurdu.
81
Bak. Âyet 80.
82
İblis: 'Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, yani senin kahrına ve mutlak hükümranlığına yemin ederim ki,...
Bu âyeti kerime A'raf Sûresi'nde geçen: ”İblis dedi ki,: Öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (A'raf: 16) âyeti ile çelişmez. Çünkü Allah'ın İblis’i azdırması kudretinin ve izzetinin eserlerinden birisi, kahrının ve hükümranlığının ahkâmından bir hükümdür.
Onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana hepsini mutlaka azdıracağım' dedi. Yani yemin olsun Âdemoğlunun zürriyetini, günahları kendilerine güzel göstererek, kafalarına şüphe ve kuşku sokarak azmalarına sebep olacağım. Ancak Allah'ın kendine itaat için ihlâsa erdirdiği ve azgınlıktan korumuş olduğu kulları müstesnadır. Yada kalblerini halis kılan, amellerini riya şüphesinden uzak olarak Allah için yapan kulların müstesna hepsini mutlaka azdıracağım, demek olur.
83
Bak. Âyet 82.
84
Allah: 'Doğrusu... Bu âyet: ”Doğru söz benim yeminimdir. Ya da doğru söz benim sözümdür," şeklinde anlaşılabilir. Nitekim Hûd Sûresi'nde: ”Bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir..." (Hûd: 17) âyeti de bunun gibidir,
-ki, Ben hep doğruyu söylerim- yani Ben gerçekten başka bir şey söylemem.
85
Mutlaka sen Yani senin cinsinden olan şeytanlar
ve onlardan Âdemoğlunun zürriyetinden kendi tercihlerini kötüye kullanarak azgınlıkta ve sapıklıkta
sana uyanların hepsi ile cehennemi dolduracağım' buyurdu yani bunların hiçbirini dışarıda bırakacak değilim.
Aklı başında olan kimsenin güzel terbiye ile edeplenmesi, cehennemde şeytanla birlikte olmamak için onun adımlarını takip etmemesi gerekir.
Ebu Mûsa el-Eş'arî'nin şöyle dediği rivayet olunur: ”Sabah olunca İblis askerlerini etrafa yayar, onlara der ki,: 'Kim bir Müslümanı sapıtırsa ona bir taç giydireceğim.' Askelerinden birisi İblise der ki,: 'Ben filancayı saptırıp karısını boşatacağım.' İblis: 'Yeniden evlenebilir,' der. Bir diğeri: 'Ben filancayı saptırıp anne ve babasına, ya da onlardan birisine asi olmasına sebeb olacağım,' der. İblis: 'Ama anne ve babasına tekrar iyilik yapmaya başlaması muhtemeldir' der. Bir diğer asker: 'Ben filancayı şaşırtıp içki içmesine neden olacağım,' der. İblis: 'Sen hoşuma giden büyük bir iş yaparsın' der. Bir başkası: 'Ben filancayı şaşırtıp zina etmesine sebeb olacağım,' der. İblis: 'Sen iyi bir iş yaparsın' der. Bir başkası: 'Ben filancayı şaşırtıp adam öldürmesine sebeb olacağım' der. İblis: 'Sen, evet sen çok büyük bir iş yapıyorsun. Benim en büyük arzumu, en mükemmel hoşnutluğumu sen elde ediyorsun. Çünkü adam öldürmek en beteri ve en büyüğüdür,' der." (15)
15- Bu hadis burada mânâ itibari ile rivayet olunmuştur. Hadisi Müslim Sahih’inde, Ahmed bin Hanbel Müsnedinde rivayet ederler. Ahmed’in rivayeti şu şekildedir: ”İblis tahtını suyun üzerine koyar. Sonra adamlarını etrafa salar. Kendisine mertebe itibari ile en yakın olan, çıkardığı fitne en büyük olandır. . . İçlerinden birisi gelir ve der ki,: Şöyle şöyle yaptım. İblis: Sen bir şey yapmamışsın, der. Bir başkası gelir ve der ki,: Ben filanca kişinin karısı ile boşanmasına yol açtım. İblis bunu kendisine yaklaştırır ve der ki, sen ne iyisin..." Bkz. el-Fethu'l Kebîr, 1/284.
86
Ey Rasûlüm Muhammed! Müşriklere
de ki,: 'Buna karşılık yani size getirmiş olduğum Kur'ân'a karşılık veya vahyi tebliğ etmeme ya da peygamberlik görevimi eda etmeme karşılık
ben sizden hiçbir ücret, dünya malı
istemiyorum fakat size ücretsiz olarak bildiriyorum
ve ben olduğumdan başka türlü görünenlerden de değilim. Yani ben durumumu bildiğiniz üzere olduğundan başka türlü görünmeye çalışan kimselerden değilim ki, yalan yere peygamber olduğumu iddia edeyim ve Kuranı kendi kafamdan uydurmaya çalışayım.
Bu âyeti kerime yapmacık, olduğundan başka türlü görünmeyi yasaklamaktadır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben ve ümmetimin sâlih kimseleri yapmacıklıktan, olduğundan başka türlü görünmekten uzağız." (16) Bir başka hadisi şerifte Rasûllüllah şöyle buyurur: ”Ben ve ümmetimin muttaki olan kimseleri olduğundan başka türlü görünmekten münezzehiz."
16- Hadisi ed-Deylemî ve İbn Asakir rivayet etmişlerdir. Bkz. ed-Dürru'l-Mensur, 5/321.
Abdullah bin Mes'ud der ki,: ”Ey insanlar bir şey bilen kimse bunu söylesin. Bir şey bilmeyen ise: 'Allah en iyi bilir,' desin. Bir kimsenin bilmediği bir şey için: 'Bunu Allah en iyi bilir' demesi onun ilim erbabı olduğuna alâmettir. Çünkü Allahü teâlâ peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim" diye tavsiyede bulunmuştur. (17)
87
O, ancak âlemler için, insan ve cinlerin tümü için
bir öğüttür. Yani Yüce Allah'tan bir öğüttür. Şereftir, ebedî bir zikirdir.
88
Ey müşrikler!
Onun verdiği haberi yani Kur'an'ın vermiş olduğu vaad, tehdit ve benzeri haberleri, ya da Kur'an'ın verdiği haberin doğru ve gerçek olduğunu
bir zaman sonra yani öldükten sonra ya da bilginin hiçbir fayda vermeyeceği kıyamet günü
çok iyi öğreneceksiniz.'
Allah'ın yardımı ile Sâd Sûresi'nin tefsiri bitti.